Hasan Çerçioğlu, 491 sayfalık bir romanla daha çıktı okur karşısına. Roman’ın adı “Talaz’ın Oğulları”, İzan Yayınlarınca yayımlandı.
Çerçioğlu daha önce Kürecikte Güneş Geç Doğar, Müfreze ve Nure adlı romanlarını okumuş ve yazılar yazmıştım (aslında kitap sayısı bunlardan fazladır).
Çerçioğlu, yöresindeki yaşanmışlıkları yazıyor sürekli olarak, bu yaşanmışlıkları ülkenin tümündeki gelişmelerden soyutlamıyor, onlara bağlı olarak anlatıyor. Talaz’ın Oğulları romanı da bir mikro yakın tarihtir ve makro’dan daha önemli, daha ışık tutucu, ders verici, algılatmacıdır.
Dertli yöre, yıkılası töre, bozuk-kahpe-yıkılası düzen… Hasan Çerçioğlu kitaplarının ekseni bunlar, bunlara doluyor yaşanmışlıkları.
Romanın başlarında ters dönmüş bir kaplumbağayı anlatıyor yazarımız. Talaz’ın en büyük oğlu Rabin, geleceğini başka yerlerde aramak için köyünden giderken o kaplumbağayı görüyor, kaplumbağanın kurtulması olanaksız, bir el atılmazsa. Rabin o eli atıyor, kurtarıyor. Bu kaplumbağa bir simge, talihin ve tarihin simgesi.
Romanın baş kişileri, figüranları, hepsi gerçek, tipleme olsa da gerçek, ülkenin yakın tarihini bilenler için hepsi çok tanıdık. Celal Ağa da öyle, Talaz da, İsmihan da, Filinta da, savcılar, yargıçlar, kaymakamlar, jandarma komutanları, avukatlar, arzuhalciler de öyle.
Ve o günleri aktarırken yazarımız siyasal ve ekonomik düzene de vuruyor, roman kişilerini ona göre söyletiyor:
“Tutturmuşlar bir devlet teşebbüsü diye…”, “Komünizme karşı Amerika bizi koruyor… Türkiye küçük Amerika olacak… Komünizm gelirse avratlarınızı elinizden alacaklar.”
“Akçadağ Köy Enstitüsü… Tehlikenin en büyüğü orada…”
“Demokrat Parti ağaların ve tarikatların partisidir.”
Talaz, karısı İsmihan, kızları ve oğulları büyük bir savaşım veriyorlar. Yazarımız bunları sürükleyici bir biçimde okura aktarıyor, böylesine kalın bir kitabı sıkılmadan ilgiyle okuyorsunuz. Betimlemeler bile sıkıcı değil akıcı. Yalın, net, nesnel, abartısız ama tüm ayrıntıları içeren. İşte bir örnek size:
“Güneşin doğuşuyla doğa bir uyanış içindeydi. Kuzular meliyor, inekler böğürüyor, bahçeler içinde kuşlar yaylar çizerek inip kalkıyor, kimleri ekinler arasında kaybolurken, kimileri de inişli çıkışlı uçuşlarla bahçeler arasına konuyordu. Yol kenarına dağılan tavuklar horozlar çimleri eşeliyor, kendilerine yiyecek arıyordu. Köyün bütün evleri, yeni bir günle açıyordu kapılarını. Hafif bir yelin hışırdattığı kavakların sesi mahalle aralarında duyuluyordu. Dağların zirvesinde ise küme küme bulutlar vardı. Bulutlar kimi zaman küçülüyor kimi zaman da genişleyerek gökyüzüne dağılıyordu. Derede bulunan çayırlardan mavi bir sis tabakası yükseliyordu ağır ağır. Mavi sis tabakası uzun ve kıvrımlı parçalar halinde söğütlerin dallarına takılarak dere boyundaki boşlukta kayboluyordu. Bahçeler arasına konan kuşlar, koro halinde sabah türkülerini çağırıyorlardı. Mor dağların yamaçları henüz aydınlanmış kuytu alanlar ise koyu, karanlık birer gölge gibi görünüyordu.”
Bu romanın izlek ve konu bakımından talihsiz bir yanı var, onu da belirtmem gerek. Sonuçta bir köy romanı ve geçmişi anlatıyor. Oysa ki ülkemizde artık o köyler ve o köylü yok; sosyal yapımız değişti, kentlere göçler oldu, varoşlar oluştu, bundan dolayı da bu tür romanlar güncellik sorunu yaşadıkları için 70’lerdeki köy romanları kadar ilgi göremiyorlar. Kısa erimde bu böyle, gelgelelim uzun erimde ülke tarihini ve sosyolojisini yazacak, inceleyecek, akademik çalışmalar yapacak olanlar için eşsiz bir kaynaktır Çerçioğlu’nun anlattıkları.
Eh bu kadar anlatım, umarım ilginizi kamçılamıştır, okursunuz artık.