Sanat nedir, sanatçı kimdir? Kendimi bildim bileli tartışılan bu soruya cevap aramaya çalışacağım bugün. “Türk Dil Kurumu”na göre “Sanat; bir duygu, tasarı, güzellik ve benzerlerinin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucu ortaya çıkan üstün yaratıcılık”tır. Yine aynı kuruma göre, “Sanatçı; güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse”dir.
Sanat nedir, sanatçı kimdir? Kendimi bildim bileli tartışılan bu soruya cevap aramaya çalışacağım bugün. “Türk Dil Kurumu”na göre “Sanat; bir duygu, tasarı, güzellik ve benzerlerinin anlatımında kullanılan yöntemlerin tamamı veya bu anlatım sonucu ortaya çıkan üstün yaratıcılık”tır. Yine aynı kuruma göre, “Sanatçı; güzel sanatların herhangi bir dalında yaratıcılığı olan, eser veren kimse”dir.
Bu durumda akla şöyle bir soru geliyor: “Peki, hiç bestesi olmayan ama sesleri ve yorumlarıyla bestelere hayat veren Pavarotti’yi, Müzeyyen Senar’ı, Emel Sayın’ı, Müslüm Gürses’i sanatçı tanımının dışında mı tutmalıyız? Misal; kendi besteleri olmasına rağmen, mucizevi icraatıyla Brahms-Rachmaninov-Chopin-Berlioz gibi pek çok klasik müzik bestecilerinin tanınıp sevilmesini sağlayan, keman virtiözü Paganini’yi sanatçı saymamak mümkün mü? Veya filmlerde ve sahnelerdeki oyunlarıyla sinemayı ayakta tutan veya tiyatroyu yaşatan onlarca kişiyi nereye koyacağız?
“Sanatçı” tanımlaması ülkemizde maalesef gereğinden fazla yozlaştırıldı. Özellikle genç ve orta yaş kuşağındaki insanlarımız; tiyatrocu, ressam, yazar ve şair diye tanımladığı asıl sanatçıları bir kenara bırakıp, ne yazık ki daha çok şarkıcı, türkücü ve özellikle de pop şarkıcılarına “sanatçı” demekten mutluluk duymaya, “sanatçı” ifadesinin bu mesleklerde “ruh” bulduğunu sanmaya başlamıştır.
Bugün, kalabalık bir caddede yoldan geçen yüzlerce kişiden birer sanatçı ismini anmasını isteseniz, hiç şüphesiz alacağımız cevaplar Tarkan, İbrahim Tatlıses, Hülya Avşar veya Gülben Ergen’den ibaret olacaktır.
Yıldız Kenter, Yaşar Kemal, Şener Şen cevaplarını duymak için kalabalık sokaklarda, uzun saatlerce beklememiz gerekecektir. Hele bir ressam veya bir heykeltıraş ismini duymaya niyetlenmişsek halimiz çok yamandır bilesiniz!
***
Tüm bu üzücü örneklerden sıyrılarak bakabilirsek…
Peki, “sanatçı” kimdir?
Sanatçı, her şeyden önce karakterli bir kişiliğe sahip olan, dünya ve ülke gündemini yakından izleyen, sorumlu, donanımlı, kendi mesleğinin yanı sıra diğer sanat dalları hakkında da yeterli bilgiye sahip, entelektüel ama alçak gönüllü, makam ve güç karşısında eğilmeyen, halkın içinde olan ve kendi ışığını topluma yansıtan kişidir.
Görüldüğü gibi “sanatçı” tanımlamasının içini doldurmak, bu tanımlamayı hak etmek her babayiğidin harcı değil.
Oysa, geldiğimiz noktada ve ne yazık ki özellikle de ülkemizde sanatçıya dair bu saydığımız değerler değildir aslolan, sadece “şöhret”tir.
Sanat icrasından daha çok sansasyonel ve sulu bir yaşam eşliğinde her gün gözler önündeysen ve çeşitli basit numaralarla gündemde kalabiliyorsan; hem gerçek sanat emekçilerinden daha çok itibar görmeyi hem de refah seviyesi daha yüksek bir hayat yaşamayı başarmışsın demektir. Ama sadece “bunları başarı sananların” gözünde!
Örneğin; borç harç toparlayıp, kendi parasıyla bastırdığı kitaplarını satamayan isimsiz ama yetenekli onlarca yazar, sergiler açsa da resmini satamayan yüzlerce ressam ya da devlet tiyatrolarında memur maaşıyla Anadolu turnelerinde şehir şehir dolaşan binlerce kadrolu sanatçı yaşam mücadelesi verirken; sırf popüleritesi sayesinde bu bahsettiğimiz şarkıcı-türkücü takımı, bir saatlik (60 Dakika) sahne programı karşılığında aldığı binlerce fahiş lirayla hem şöhretin hem de maddiyatın keyfini sürmektedir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde göremezsiniz ki; medya tarafından şişirilip “sanatçı” yaftası takılan, hatta kendisinin bir “marka” olduğunu iddia etme cüretini gösteren bir hatun (isminin ne önemi var), sanat adına hiç bir şey yapmadan, sık sık sevgili değiştirmesi ve kültürümüze aykırı yaşam tarzıyla tam 25 yıldır ülke gündemini meşgul etsin!
Ya da; sadece reklamı becerebilen bir müzik yapımcısı tarafından, imaj adına allanıp pullandırılarak piyasaya sürülen ve tüm müzikal altyapısı düğünlerde darbuka çalmaktan ibaret olan Roman bir delikanlımızın, “Şakşuka” diye bir tek şarkıyla (ikincisini duyan varsa söylesin) tam 5 yıldır, tüm televizyon kanallarını parsellesin!
Bin bir türlü kasetleri ortaya çıktığından, ayılıp bayılma numarası yapıp, televizyonları kanal kanal dolaşarak gözyaşları döken bir bayan şarkıcı veya henüz 1 aylık evli iken otel görüntüleri basına sızan bir oyuncu veyahutta “evrakta sahtecilik” suçundan hapse atılan sözde devrimci bir popçu!
Yüzlerce örneğini verebileceğimiz bu kişiler, Türkiye dışında bir ülkede var olabilirler mi? Asla! Ama ne hikmetse bizde tam tersi oluyor. Yüz kızartıcı suçun ne kadarsa, aynı oranda üretimin ne kadar azsa, o kadar daha fazla şöhret, o kadar daha fazla teklif, o kadar daha fazla rağbet görüp, adeta ödüllendirilip baş üstünde gezdiriliyorsun!
Popüler kültür desen değil. Bunun adı yozlaşmadır ve bu yozlaşmanın bir sorumlusu olmalıdır: Medya, bizler, büyükler? Yoksa buda mı dış güçlerin işi!
Gazetelerin baş sayfaları, magazin programları ve hatta ana haber bültenleri; ortalıkta sanatçıyım diye gezinen bu kişilerin sadece ama sadece özel yaşantılarıyla dolu. Minareyi çalan, kılıfını da hazırlamış: Reyting kaygısı…
Aslında sunulan kılıf, yani bahane her şeyi anlatıyor: Çünkü sözde ve şişirme sanatçının icraatı veya varsa sanatı beş para etmiyor, bu yüzden de reyting almıyor. Bu yüzden de bahanesi bol kameralar, sadece özel hayatla ilgileniyor.
Kültür sanat programı mı? Hayır.
Ya ne var? Sululuk, rezillik, kepazelik…
Reyting diye diye; ne ahlak bıraktılar toplumda ne de bir değer(ler) yargısı…
Yazık!