Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasından sonra Balkanlarda çatışmalar oluyordu. Balkan Yazarlar Toplantısına davet edilmiştim. Tarihteki adıylşa Köprülü, Federasyon dönemindeki ismiyle Tito Veles şehrine gidecektim. Belgrad üzerinden vardığım Üsküp Havaalanından, Makedonya Türk şair ve yazarlarından Esat Bayram’la. Köprülü’ye hareket ettik. O günkü programa geç kalmıştık. Akşamın ilerleyen saatlerinde vardığımızda, davetli yazarlar yemek sonrası sohbetindeydiler.
İçeri girip tanıştırıldığımızda oturur oturmaz hemen bir laf atıldı: “Balkanları kurtarmaya mı geldiniz?” Anlıyordum. Osmanlı’nın çekilişinden sonra hep çatışmalara sahne olan Balkanlar’da yaşanan yeni kargaşa dönemi, onlara tekrar atalarımızı hatırlatmış olsaydı. Aynı esprili üslupla cevapladım: “Bu sefer öyle bir niyetimiz yok. Bize güvenerek kavga etmeyin...”
Köprülü’deki birkaç günlük konuşma ve tartışmalardan sonra Üsküp’e döndük. Basın toplantısındaydık, Makedenyo televizyonu canlı yayın yapıyordu. Bulgaristanlı bir yazar şunları söylüyordu: “Balkan yazarlarının ortak değeri bellidir, Ortadoskluk. Balkan yazarları bu inanç etrafındabuluşmalıdır.” Bulgar yazarı onaylayan birkaç konuşma daha oldu. Söz aldım. “Hem tarihteki din ve mezhep kutuplaşmalarını eleştirirz, hem de böyle bir görüşe rağbet ediyoruz. Mesela ben burada Müslüman yazar olarak bulunuyorum. Şimdiden ayrışıyoruz demektir... Tarihi tefekkür mü ettireceğiz, yoksa ondan ders mi çıkaracağız?
Konuşmaların seyri değişmeye başlamıştı. Sonunda Bulgar yazar da söz aldı ve önerisinden vazgeçtiğini söyledi.
Makedenyo Yazarlar Birliği ile bir işbirliği protokolü imzalamıştık. Bu çerçevede, önce onlardan bir heyet bize gelecek. Ankara’da oturumlar düzenlenecek, şiir ve edebiyat programları yapılacaktı.
Uçak tarifelerine göre, dönüşte bir gün Belgrad’da kalmam gerekiyordu. Struga Şiir Akşamları Festivali’ne ilk gidişimde tanışmış olduğum, Türk Kültürü hayranı olarak bildiğim Türkolog Duşanka Boyaniç’i aradım, aradan yedi yıl geçmişti ama, hemen hatırladı. Belgrad’ın merkezinde bir yerde buluşacaktık.
Belgrad sokaklarında cepheden yeni dönmüş sakat askerler dolaşıyordu. Sırplarla Slovenler’in çarpışmaları cephelerde bütün şiddiyetiyle devam ediyor. Duşanka Boyaniç, hoşbeşten sonra konuyu hemen savaşa getirdi. Militan bir sırp kadını kesilmişti, yedi sekiz yıl önceki hümanist Boyaniç’ten eser kalmamıştı. İsteri nöbetine yakalanmışçasına kinini döküyordu: “Biz Sırplar bundan sonra artık, kıtır kıtır adam keseceğiz...” Bir hayli yaşlanmış olduğunu düşündüm, bilinçaltının dışa vurumuna yorumlayarak geçiştirdim.
Yemeğe götürdü. Domuz eti konusunu hatırlattım, “Merak etme, biliyorum” dedi. Fakat önümüze gelen yemekten şüphelendim. “Domuz eti var” dedim. “Fazla param yok, değiştiremem...” diyordu. Yemeğe dokunmadan ekmek ve salata ile idare ettim.
Duşanka Hanım bana bazı tarihi mekânları gezdirmeyi teklif etti. Önce bir kiliseye götürdü. “Bak” dedi. “Bizim kiliselerde, başka yerlerdeki gibi sıralar yoktur. Burada herkes Tanrı karşısında dik durur. Sırplar Tanrı karşısında eğilemezler...” Mikoseviç’in faşizan rüzgârı Duşanko Boyaniç’i yutmuştu. Sonra Osmanlı dönemindeki Sırbistan Prenslerinin sarayını gezmeye başladık. “Bunlar da Osmanlı’dan yemlendikleri için baş eğmişler, zevk ve sefalarını sürdürmüşler burada...” Ben Duşonka’ya 7-8 yıl önce tanışmamaızda sergilemiş olduğu Osmanlı sempatizanlığını hatırlatmaya çalıştımsa da o şimdi başka dünyalarda dolaşıyordu.
Türkiye’ye döndüktren bir süre sonra Makedonya Şair ve Yazarlar Heyetinin Ankara’ya geliş tarihi belli olmuştu. Makedonya Yazarlar Birliği Başkanı Todor Çalovski’ye bir hatırlatmada bulundum. Oradaki Türk şair ve yazarların da heyette temsil edilmesinin iyi olacağını ilettim. Buna bir cevap alamayınca Üsküp’te yayınlanan tek Türkçe gazete Birlik’in Genel Yayın Yönetmeni Drita Karahasan’ı arayarak durumu bildirdim. Drita, “Onlar bizleri asla yanlarına alamazlar...” diyordu. Biz de bir grup Türk şair ve yazara ayrı bir davet yazısı çıkardık.
Heyetin Ankara’ya geldiği gün akşam yemeğinde Çalovski asık bir sürata söz alıp şöyle diyordu: “Bizimle birlikte Türkleri de davet etmiş olmanız, aramızdaki protokolün ruhuna uyguna düşmüyor. Onlara ayrı bizi ayrı bir zamanda çağırabilirdiniz...”
Çevrileri Makedonyalı Türk yazar İlhami Emin yapıyordu. Önce İlhami Emin’e döndüm, “Lütfen İlhami bey, söyleyeceklerimi aynen aktarın...” Çalovski’ye dönerek devam ettim: “Sizlerle bizim aramızdaki yakınlaşmanın en güçlü harcı bu Türk yazarlardır. Onlar dolayısıyladır ki burada Türkiye’nin insanlarıymışsınız gibi sizi herkesin büyük bir muhabbetle karşıladığını, bu sempatinin bu yüzden artarak devam edeceğini de göreceksiniz. Aynı ülkenin yazarları olarak bizler sizler arasında bir fark görmezken, sizin bu yaklaşımınızı anlamakta güçlük çekiyoruz...”
Biraz sonra Çalovski ve Makedonya asıllı yazarlar yelkenleri suya indirmek zorunda kalmışlardı. Türkiye’den ayrılırken de “Kendi ülkemizdeki kadar sıcak bir konukseverlikle ağırlandık, unutulmaz günleri ve programları paylaştık” diyorlardı. Daha sonra o heyette yer alan şairlerden bazılarının Türkiye üzerine şiirler yazdığına da tanık olacaktık.
Bir süre sonra da Türkiye’den bizim heyetimiz Üsküp’teydi. Açılış gecesi Üsküp Halk Tiyatrosu’nda olacaktı. Program başlamadan önce Todor Çalovski’yle ayak üstü konuşuyorduk. Diyordu ki “Osmanlı bizim dilimizi, kültürümüzü, dinimizi korumuş... Ama bir şey daha yapmalıydı... Çekilirken bizim sınırlarımızı da belirlemeliydi...”
Bu sözlerin altında, o günlerde korktukları bir sırp saldırı ihtimali vardı. “Çalovski, Osmanlı için Bursa, Erzurum, Konya ne ise, Üsküp’te aynıydı. Hiç bir devlet kendi eliyle kendini tasviye etmez. Bununla beraber ikimizde birer açılış konuşması yapacağız. Ya, işte bu söylediklerinizi salona karşı da aynen söylemenizden memnun olurum...” dedim.
Çalovski kafa sallıyor, “Olmaz, söyleyemem, fanatikler çok burada...” diyordu. Tarihinde ilk defa bağımsızlığı yakalayan Makedonya’da şovenist rüzgârlar esiyordu.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...
İçeri girip tanıştırıldığımızda oturur oturmaz hemen bir laf atıldı: “Balkanları kurtarmaya mı geldiniz?” Anlıyordum. Osmanlı’nın çekilişinden sonra hep çatışmalara sahne olan Balkanlar’da yaşanan yeni kargaşa dönemi, onlara tekrar atalarımızı hatırlatmış olsaydı. Aynı esprili üslupla cevapladım: “Bu sefer öyle bir niyetimiz yok. Bize güvenerek kavga etmeyin...”
Köprülü’deki birkaç günlük konuşma ve tartışmalardan sonra Üsküp’e döndük. Basın toplantısındaydık, Makedenyo televizyonu canlı yayın yapıyordu. Bulgaristanlı bir yazar şunları söylüyordu: “Balkan yazarlarının ortak değeri bellidir, Ortadoskluk. Balkan yazarları bu inanç etrafındabuluşmalıdır.” Bulgar yazarı onaylayan birkaç konuşma daha oldu. Söz aldım. “Hem tarihteki din ve mezhep kutuplaşmalarını eleştirirz, hem de böyle bir görüşe rağbet ediyoruz. Mesela ben burada Müslüman yazar olarak bulunuyorum. Şimdiden ayrışıyoruz demektir... Tarihi tefekkür mü ettireceğiz, yoksa ondan ders mi çıkaracağız?
Konuşmaların seyri değişmeye başlamıştı. Sonunda Bulgar yazar da söz aldı ve önerisinden vazgeçtiğini söyledi.
Makedenyo Yazarlar Birliği ile bir işbirliği protokolü imzalamıştık. Bu çerçevede, önce onlardan bir heyet bize gelecek. Ankara’da oturumlar düzenlenecek, şiir ve edebiyat programları yapılacaktı.
Uçak tarifelerine göre, dönüşte bir gün Belgrad’da kalmam gerekiyordu. Struga Şiir Akşamları Festivali’ne ilk gidişimde tanışmış olduğum, Türk Kültürü hayranı olarak bildiğim Türkolog Duşanka Boyaniç’i aradım, aradan yedi yıl geçmişti ama, hemen hatırladı. Belgrad’ın merkezinde bir yerde buluşacaktık.
Belgrad sokaklarında cepheden yeni dönmüş sakat askerler dolaşıyordu. Sırplarla Slovenler’in çarpışmaları cephelerde bütün şiddiyetiyle devam ediyor. Duşanka Boyaniç, hoşbeşten sonra konuyu hemen savaşa getirdi. Militan bir sırp kadını kesilmişti, yedi sekiz yıl önceki hümanist Boyaniç’ten eser kalmamıştı. İsteri nöbetine yakalanmışçasına kinini döküyordu: “Biz Sırplar bundan sonra artık, kıtır kıtır adam keseceğiz...” Bir hayli yaşlanmış olduğunu düşündüm, bilinçaltının dışa vurumuna yorumlayarak geçiştirdim.
Yemeğe götürdü. Domuz eti konusunu hatırlattım, “Merak etme, biliyorum” dedi. Fakat önümüze gelen yemekten şüphelendim. “Domuz eti var” dedim. “Fazla param yok, değiştiremem...” diyordu. Yemeğe dokunmadan ekmek ve salata ile idare ettim.
Duşanka Hanım bana bazı tarihi mekânları gezdirmeyi teklif etti. Önce bir kiliseye götürdü. “Bak” dedi. “Bizim kiliselerde, başka yerlerdeki gibi sıralar yoktur. Burada herkes Tanrı karşısında dik durur. Sırplar Tanrı karşısında eğilemezler...” Mikoseviç’in faşizan rüzgârı Duşanko Boyaniç’i yutmuştu. Sonra Osmanlı dönemindeki Sırbistan Prenslerinin sarayını gezmeye başladık. “Bunlar da Osmanlı’dan yemlendikleri için baş eğmişler, zevk ve sefalarını sürdürmüşler burada...” Ben Duşonka’ya 7-8 yıl önce tanışmamaızda sergilemiş olduğu Osmanlı sempatizanlığını hatırlatmaya çalıştımsa da o şimdi başka dünyalarda dolaşıyordu.
Türkiye’ye döndüktren bir süre sonra Makedonya Şair ve Yazarlar Heyetinin Ankara’ya geliş tarihi belli olmuştu. Makedonya Yazarlar Birliği Başkanı Todor Çalovski’ye bir hatırlatmada bulundum. Oradaki Türk şair ve yazarların da heyette temsil edilmesinin iyi olacağını ilettim. Buna bir cevap alamayınca Üsküp’te yayınlanan tek Türkçe gazete Birlik’in Genel Yayın Yönetmeni Drita Karahasan’ı arayarak durumu bildirdim. Drita, “Onlar bizleri asla yanlarına alamazlar...” diyordu. Biz de bir grup Türk şair ve yazara ayrı bir davet yazısı çıkardık.
Heyetin Ankara’ya geldiği gün akşam yemeğinde Çalovski asık bir sürata söz alıp şöyle diyordu: “Bizimle birlikte Türkleri de davet etmiş olmanız, aramızdaki protokolün ruhuna uyguna düşmüyor. Onlara ayrı bizi ayrı bir zamanda çağırabilirdiniz...”
Çevrileri Makedonyalı Türk yazar İlhami Emin yapıyordu. Önce İlhami Emin’e döndüm, “Lütfen İlhami bey, söyleyeceklerimi aynen aktarın...” Çalovski’ye dönerek devam ettim: “Sizlerle bizim aramızdaki yakınlaşmanın en güçlü harcı bu Türk yazarlardır. Onlar dolayısıyladır ki burada Türkiye’nin insanlarıymışsınız gibi sizi herkesin büyük bir muhabbetle karşıladığını, bu sempatinin bu yüzden artarak devam edeceğini de göreceksiniz. Aynı ülkenin yazarları olarak bizler sizler arasında bir fark görmezken, sizin bu yaklaşımınızı anlamakta güçlük çekiyoruz...”
Biraz sonra Çalovski ve Makedonya asıllı yazarlar yelkenleri suya indirmek zorunda kalmışlardı. Türkiye’den ayrılırken de “Kendi ülkemizdeki kadar sıcak bir konukseverlikle ağırlandık, unutulmaz günleri ve programları paylaştık” diyorlardı. Daha sonra o heyette yer alan şairlerden bazılarının Türkiye üzerine şiirler yazdığına da tanık olacaktık.
Bir süre sonra da Türkiye’den bizim heyetimiz Üsküp’teydi. Açılış gecesi Üsküp Halk Tiyatrosu’nda olacaktı. Program başlamadan önce Todor Çalovski’yle ayak üstü konuşuyorduk. Diyordu ki “Osmanlı bizim dilimizi, kültürümüzü, dinimizi korumuş... Ama bir şey daha yapmalıydı... Çekilirken bizim sınırlarımızı da belirlemeliydi...”
Bu sözlerin altında, o günlerde korktukları bir sırp saldırı ihtimali vardı. “Çalovski, Osmanlı için Bursa, Erzurum, Konya ne ise, Üsküp’te aynıydı. Hiç bir devlet kendi eliyle kendini tasviye etmez. Bununla beraber ikimizde birer açılış konuşması yapacağız. Ya, işte bu söylediklerinizi salona karşı da aynen söylemenizden memnun olurum...” dedim.
Çalovski kafa sallıyor, “Olmaz, söyleyemem, fanatikler çok burada...” diyordu. Tarihinde ilk defa bağımsızlığı yakalayan Makedonya’da şovenist rüzgârlar esiyordu.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...