Bayburt'un önde gelenlerinden Zeki Bey İstanbul'a göçettikten sonra günün birinde gece yarısı amcamı arar. Hasta olduğunu, dayanılmaz acılarla kıvrandığını söyler ve ekler: "Benim için kabir ziyaretine git, Efendiden himmet iste... "
Amcam gider, Fatihasını okur ve Zeki Bey için himmet talebinde bulunur evine döner. Zeki Bey yine arar, bir daha gitmesini ve bir daha himmet talebinde bulunmasını ister. Amcam da yine gider.
Hikâyeyi dinledikten sonra çok düşünmüş, dardaki insanın ruh halini yansıtmasının dışında, meselenin inanç boyutu da ilginçti. Ankara'dan Erzurum'a gideceğimi öğrenen bir arkadaş benden rica etmişti. Abdurrahman Gazi Türbesi'ne gitmemi, kendisi adına da Fatiha okuyup dua etmemi istiyordu. Hemen aklıma yukarda anlattığım olay gelmiş, fakat fikrimi söylemekten vazgeçmiştim. O'nu kırmayıp ricasını yerine getirecektim.
Doğrusu, öyle sipariş edilmiş dua ve taleplere pek itibarım olmadığı gibi türbelerden dileklerde bulunmayı da en azından bid'at sayıyordum. Kuluna şahdamarından daha yakın olan Allah'tan dilekte bulunmak için aracıya ihtiyaç mı var sanki. Böyle olmakla birlikte Erzurum'da bulunduğum o akşamüstü taksiyle A. Gazi Türbesine çıktım. A.Gazi ve bütün müminlerin ruhları için Fatiha okudum. Arkadaş adına da ayrıca okudum. Türbeden ve A.Gazi'den değil, Allah'tan dileklerde bulundum. Ankara'da da Hacıbayram Türbesine gidip ruhları için Fatiha okuyup, Allah'a dua ettiğim olur. Bu tür mekânlarda, A.H.Tanpınar'ın deyişiyle bir ruhaniyet rüzgârı estiğini ben de hissederim. A.Gazi Türbesinin bulunduğu tepenin biraz yükseğine doğru yürüdüm. Durdum, şehre dönerek dalıp gittim. Yaz olmasına rağmen soğuk bir rüzgâr esiyordu. Öğrencilik yıllarımın vatanı olan bu şehrin ışıklı manzarasında yine geçmişe doğru bir iç yolculuğuna koyuldum. Türbenin sarı soluk hüzünlü ışıkları ile şehrin ışıkları uzaktan uzağa bir söyleşi içinde gibiydiler.
Esen rüzgâr ışıkları dalgalandırıyor, titreştiriyor ve bir takım hayal oyunlarına sürüklüyor. İçimden Makber'in ezgi ve misraları geçiyordu: "Her yer karanlık pürnur o mevki/Mağrip mi yoksa makber mi Yarab?"
Öyle çekiciydi ki, oturup bu sükûnetin tadını uzatmak istedim. Bu Makber'in de bir hikâyesi vardı. Abdulhakhamit Tarhan'ın "Tarık" piyesinde geçiyordu. İslam orduları kumandanı Tarık, İspanya kıyılarına çıkmış, askerin dönüş ve kaçış ümidini kırmak için gemileri ateşe vermişti.
Fakat bu ölüm kalım arasında gidip gelen hayatın ortasında bile bir aşk hikâyesinin dokunaklı yansımaları yer alıyordu. Fetihler yapan kahramanın sevdiği kadın ölüyor ve Makber bunun üzerine söyleniyor.
"Kabrin çicekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegâha
Döndüyse türben bir haclegâha
Aç kolların aç maşukunum ben... "
Çiçeklerle donanan mezarın bir gelin odasına benzetilmesi, o türbede vuslata erme dilek ve duygusu... A.Gazi türbesine bu ruh haliyle bir daha bakıyorum, o an için ölümün hiç de sanıldığı kadar ürkütücü olmadığını sezinliyorum. Rüzgâr biraz daha hızlanıyor ve sanki Makber gazelini yeniden ve daha güçlü bir tonda terennüm ediyor.
Şehre bir daha bakıyorum, rüzgârın uğultusu ve etkisiyle yeni oyunlar ve titreşimlerle beni çağırıyor sanki. Tepeden ağır adımlarla hafiflemiş ve arınmış bir ruh hali içinde taksinin beklediği yamaca yöneliyorum.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...