Bayburt'taki Dede Korkut Şenlikler'ine gidişlerden biriydi, arabayla yola çıkmıştık. Ilıca'ya gelince yine bakışlarımı "Yavuz Selim İlköğretmen Okulu''na çevirmiştim. Şimdiki adı Yavuz Selim Öğretmen Lisesi'ydi. Benim için sılaydı. Arkadaşların da onayını alarak, oraya yönelmemizi söyledim şoföre. Bizim sınıf ve yatakhanelerimizin bulunduğu binaların tamamı bir viraneye dönmüştü. Buruk bir zevk halindeki hüzünlerle yürüyor, arkadaşlara da anlatıyordum.
Duvarları ayakta duran şu büyük bina yemekhanemizdi ama, aynı zamanda kültür ve sanat mekânımızdı. Tiyatrolar, filmler, konserler hep orada yaşanırdı. Yaşanırdı diyorum, çünkü biz seyirci, dinleyici, izleyici olmanın ötesinde bir çok ilki işte bu mekânda hücrelerimize sindirircesine yaşardık.
Benim ilk tiyatro denemem olan "Köyün Yabancısı" işte burada sahnelenmişti. Ve beni rüyalara sürükleyen alkışları burada tatmıştım. Şimdi o alkışları yeniden duyar gibi oluyorum. Sahneye çağırılıyorum, okul müdürümüzün iltifatlarına ve ödüllendirmelerine mazhar oluyorum.
Şu köşedeki yine yıkık olan bina ise resim salonumuzdu. Sehpaların önündeki taburelere oturur, ya bir modeli çizer, ya da verilen bir konuyu canlandırmaya çalışırdık.
Yine şu yıkık binanın köşesindeki sınıfta psikoloji hocamız Sait Bey, tahtaya şemalar çizerek kafamızı karıştırıyor: Şemayı göstererek: Şu, vahyi gönderen Tanrı, şu, vahyi alan Peygamber, şunlar da Peygamberden vahyi dinleyenler... Ve yine şunlar da duydukları vahyi anlatanlar... Şimdi söyleyin bakalım bu arada hiç değişiklik olmaz mı? Yanlış anlayanlar yanlış yansıtanlar bulunmaz mı?
Bir şubat ayıydı, yine önümüzdeki kâğıtlara çizimler yaparken benim şiir yazma damarım kabarmıştı. Resim kâğıdının arkasına mısralar düşüyordum. Resim öğretmeni yaklaşınca da kâğıdı çeviriyor resim yapıyormuşum havasına giriyordum.
O ders saatini yıllar sonra yazdığım "Çocuk" şiirine taşıyacaktım.
çocuk
Erzurum'da güneşli bir Ocak sonu
Yerler ak, dağlar ak, bulutlar ak...
Turnatepeler'e bakıyor resim salonu,
Çizdiğin manzara yine bir uzak
Yaklaşan Şubat iznidir yüreğinde
Düşünüp sılayı dalmışsın çocuk
Kop Dağı'nda kar üstüne çizdiğin yolu
Aşıp gidiyorsun, öyle çabuk
On beşinde bir şairin içini
Resmin arkasına yazmışsın kaçak
Yaklaşınca resim öğretmeni,
Bir mısra yarım kalmış bak
Gün gün anarım seni çocuk
Değil yıldönümü, saat dönümlerini kutlarım
Neylersin, renginde durmadı hiçbir ufuk
Her şey mısralar gibi kaldı yarım...
Virane olmuş "Sıla"yı gezmeye devam ediyoruz. Daha ileride sağdaki şu bina kütüphanemizdi. Sadece duvarları kalmış, iç kısımdakí is bloklarından anlaşılıyordu ki bir yangın geçirmiş. Bir akşam beni bu kütüphanede kalınca bir edebiyat kitabı ile başbaşa gören cebir öğretmeni nöbetçi Kemal Bey, ertesi gün sözlüye kaldırıp hazırlıksız yakalamış, sıfır vermiş, "Nasıl, bir okkalık edebiyat kitabını okumayı bilirsin..." diye de fırçalamıştı.
Kırk-elli kişilik koğuş düzenindeki yatakhanelerimizde soba yakılmazdı. Erzurum Ovası'nın arasıra ileri derecede dondurucu soğuklarında ise bu yatakhanelerin girişine soba düzeninde benzin bidonu yerleştirilir, başında nöbet tutulurdu. Şimdi bakıyorum, o yatakhane binaları da birer viraneye dönmüş. Şu karşıdaki hamam ve çamaşırhane de aynı akibete uğramış.
Müzik Salonu'nun yanından geçerken kulaklarıma piyano sesleri dolar gibi oluyor. Müzik öğretmeni Gülçin Hanım bir şarkıyı piyano eşliğinde terennüm ediyor, sonra da bize tekrarlatıyor:
"O küçük bir köy evi uzak ücra yerde
İçinde kanar gibi bin dert katar derde..."
Kocaman, modern bir köyü andıran Öğretmen Okulu'muzun ilk kimliği "Pulur Köy Enstitüsü" idi. Siyasi ve ideolojik çekişmeler sonucu Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulu'na dönüştürülmüştü ama, önceden kalma bazı özellikler de devam ediyordu.
Öğretmen okulları üzerinden ideoloji mücadelesi artık yapılmıyor denemezdi. Enstitülerin sol ideoloji geleneği yeni kimlik üzerinde de etkisini sürdürüyordu.
Köy Enstitüleri projesinin bir ideali yansıttığına inanmışımdır. Ancak bir çok ideal gibi onun da yozlaştırılmış olduğunu düşündürecek belirtiler çoktu.
İşte bu enstitü veya okuldan yetişip öğretmen olan köy çocukları, içinden geldikleri sosyolojiye yabancılaştırılmış olabiliyorlardı. Yine onların yetiştirildikleri köy çocukları büyük şehirlerde üniversitelerde biribirlerine silah çekecek durumlara sürüklenebilmişti.
Ne var ki madalyonun bir diğer yüzü olduğunu da sonradan öğrenmiştik. Bu enstitülerden yetişen köy çocuklarının, Doğu'daki feodal yapıyı sarsacağını anlayan toprak ağası politikacılar da, bunların ortadan kaldırılması için çalışmışlardı.
Ancak buralardan yetişen öğretmenler "memur" kafası taşımıyorlardı. Öğretmenliklerini bir sanat olarak icra ediyorlardı. 1970'li yıllarda bu okullar sol ideolojinin ağırlığından uzaklaşmaya başlamış, özellikle Ali Naili Erdem'in Bakanlığı, Ayvaz Gökdemir'in Genel Müdürlüğü ile milliyetçi damar öne çıkma eğilimi göstermişti. İşte o noktada iken de sonraki dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ, bunu önlemek için öğretmen okullarını öğretmen liselerine dönüştürmüştü. Bu dönüşümün ardından ise, öğretmenlik "sanat" olmaktan çıkıp memurluğa yüz tutmuştu.
Şimdi bu yıkıntılar arasında dolaşırken köy enstitülerini ve öğretmen okullarını anlatan bir belgeselin bu mekânlarda çekilebileceğini düşünüyorum. Bunlar dönüştürülmeden ziyade iyileştirilmesi gereken kurumlardı düşüncesini taşıyorum.
Şu anda yıkık dökük de olsa ayakta duran binaların da tamamen yıkılmasına karar verilmişken Ilıca'nın genç Kaymakamı Tuncay Dursun'un bunu önlediğini, koruma altına alınmasını sağladığını da öğrenmekten memnun olmuştum.
Gelirken fark etmemiştim, dönerken görüyorum ki, okulumuzun "Nizamiye" kapısı da yerle bir olmuştu. Oysa oradaki kulübesinde bekleyen Hüseyin Amca yabancı kuşları bile uçurmazdı buradan.
Cengiz Dağcı'nın "Yurdunu Kaybeden Adam" romanını bir yaz günü öğleden sonrası, şuradaki yatakhanemizde ranza üzerinde okuyordum. Kırım türküsünün nakaratı olan "Aytur da Ağlarım" sözü işte o zaman yüreğime işlemişti. Şimdi kendimi işte o romanın viran olmuş ata ocağına dönen kahramanı gibi hissediyor, "Aytur da âğlarım" diyordum.
Yıllar yılı öncesinde, hatıraların üstüme üstüme gelmesini savmak için bir şiir yazmıştım. "Biraz da siz beni dinleyin hatıralar" diyordum. Ama şimdi daha çok ve belki de daha haklı olarak üstüme üstüme geliyordu hatıralar.
temmuz dağlarına yağmur bekliyorum
Biraz da siz beni dinleyin hâtıralar
Temmuz dağlarına yağmur bekliyorum şimdi...
Aynalar çağıracak birgün sizi,
Birgün tutacak geçitleri kar,
Tutacağım biraz pişman, biraz yorgun ellerinizi.
Çalmayın on sekiz yaşımın kırık sazını,
Şimdi temmuz dağlarına yağmur bekliyorum.
Bırakın, biraz da çekeyim bulutların nazını...
Step türküsüne konmuş yüreğim,
Çağırdikça yokuş yokuş gideceğim
Gündüz lodos, gece poyrazdan,
Bir donar bir çatlar dudaklarım.
Sabah akşam belki birazdan
Çıkar gelir sağnaklar gurbetçi gibi;
Çıkar bir ömrün ezgisi bir sazdan,
Sevenin şarkısı kalmaz yarım...
Umutla eskittim, umutla yeniledim kalbi,
Bir yaz bulutunun peşindeyim şimdi;
Dizimde derman, gönlümde ateş var;
Derviş sabrına şiirler ekliyorum.
Baharı size verdim hatıralar,
Temmuz dağlarına yağmur bekliyorum...
-son-