Siyasal hareketler, belli bir grubun belli bir zümrenin ya da belli bir toplumsal sınıfın bakış açılarını, çıkarlarını yansıtan siyasi örgütlenmeler olarak tarih sahnesinde yer alabileceği gibi; uzun vadeli, tarihsel derinliğe, bir gelecek perspektifine sahip olan hareketler şeklinde veya konjonktürel olarak ortaya çıkmış, kısa vadeli pragmatik düşüncelere sahip akımlar, partiler olarak da tasnif edilebilirler. Genel olarak bakıldığında bu üç türlü siyasi parti ve anlayışa Türk siyasi hayatında da rastlamak zor değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Başbakan Davutoğlu’nun da hangi meseleyi ele alırlarsa alsınlar konuya siyasetin gündelik problemlerin ötesinde bir yerden baktıklarını görmek mümkün olduğu gibi, zaten sık sık “medeniyet kavramına” vurgu yapmaları da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Bir siyasi hareketin böyle bir ufka sahip olması, her şeyden önce “tarihi bir sorumluluk üstlenmenin bilincine” işaret ettiği gibi, siyasetin uzun vadede tamamlanabilecek bir gelecek projesinin taşıyıcı misyonunu üstlendiğini de göstermektedir.
Neden bir medeniyet vurgusuna ihtiyaç duyulmaktadır veya neden böyle bir ufka sahip olmak önemlidir? Biz Türkler için bir medeniyet bilincine sahip olmak, siyaseti böyle bir hassasiyete dayandırmak çok önemlidir; çünkü yeryüzünün medeniyet kurmuş birkaç milletinden biriyiz ve bizim medeniyetimiz, yüz yıldır göreli olarak batı karşısında siyaseten sahip olduğu en büyük değerlerden biri olan imparatorluğunu kaybederek geri bir konuma düşmüştür.
Siyasette kaybetmek, başka alanlarda ciddi sorunların yaşandığının ifadesi olarak da görülebilir. O halde siyaset sadece konjönktürel olarak karşı karşıya kalınan sorunları ve bunların çözümüyle sınırlı kalamaz daha büyük bir çerçevenin içinden sorunları ele almaya çalışır ki, zaten böyle bir kavrayış olmadan aktüel olarak karşılaşılan sorunların da üstesinden gelmek de neredeyse imkânsızdır. Burada Türkiye’nin yüz yıldır yaşadığı ekonomik azgelişmişlik sorununun “ekonomi dışı boyutlarını” hatırlatmaya gerek var mıdır?
Batı-Doğu ilişkilerinde, Batı medeniyetinin “sanayi çağıyla” birlikte yeni bir mahiyet kazanarak Batı’ya bir üstünlük sağladığı çok konuşulup ele alınmış bir konudur. Ekonominin sağladığı üstünlüklerle, Batı’nın önce sömürgecilikle, daha sonra emperyalist ilişki biçimleriyle dünyayı yağmaladığı, kapitalist gelişme modelinin batı medeniyetinin dayandığı dünya görüşünden güç aldığı üzerinde durulması gereken bir konudur.
Tek dişi kalan nedir?
Batı medeniyeti yükselişiyle, belli bir dünya görüşünün, yayılmacı bir anlayışın, kendisine öteki olanları tahrip etme, dönüştürme misyonuyla paralel seyrettiği görülmüştür. Bu anlayışa göre yeryüzünde üç tür toplumsal gelişme aşamasından bahsedilmektedir.
Bunlardan ilki “vahşet aşamasını” yaşayan topluluklardır. Bu topluluklar henüz yeryüzünde “doğal denge kurma” aşamasının ötesine geçememiş olan halklardır. Dolayısıyla bunlara “doğal denge toplulukları” adını verilmiştir. İkinci aşamada yaşayan toplumlar ise “barbarlık çağını” yaşamaktadırlar. Bunların henüz medeni toplum kurumlarına sahip olmaktan uzak oldukları söylenerek, savaş ve şiddet örgütlenmesi etrafında birleşen bu yapıların, medeniyetin en büyük düşmanı olarak ilan edilmeleri şaşırtıcı değildir; çünkü Batı bu tür yapıları öncelikli olarak yok edilmesi gereken hedefler olarak seçmiştir.
Üçüncü aşamada bulunan toplumlar olarak Batı kendi konumunu tanımlamaktadır: Medeniyet aşaması. Açıktır ki bu anlayış, yeryüzünü talana ve kana boğan Batı dünya görüşünün, yayılmacılığın yansımasıdır. Oryantalist yaklaşım, Batı dışı bütün toplumları “gayri medeni” olarak niteleyip, medenileştirme misyonunu Batı’ya yüklemektedir. Mehmet Akif Bey’in “tek dişi canavar” dediği budur. Bugün siyasette medeniyet misyonuna sahip olmak, bu zihniyeti tasfiye etmek, bir çağ değişimini öngörmek, dolayısıyla “devrimci bir tavır” almak demektir. Peki nasıl yapılacaktır?