Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir bir sevgili ile özdeşleşir. Yahya Kemal Beyatlı “İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde “ dizesi ile sevgilinin sesinde sevdiği İstanbul’u hissettiğini ifade etmektedir.

Güzeller kendilerine şiirler yazdırırlar, güzel şehirler de öyledir. Çoğu zaman bir şehir bir sevgili ile özdeşleşir. Yahya Kemal Beyatlı “İstanbul’u duydum daha bir kere sesinde “ dizesi ile sevgilinin sesinde sevdiği İstanbul’u hissettiğini ifade etmektedir.

Türk Edebiyatı’nda ilk şehir biyografisi örneği olan “Beş Şehir” in yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, aynı zamanda Cumhuriyet devri Türk Edebiyatı’nın önemli şairlerindendir. Onun ”Bursa’da Zaman” şiiri şu dizelerle başlar:
 
“Bursa’da bir eski câmi avlusu
 Küçük şadırvanda şakırdayan su
 Orhan zamanından kalma bir duvar
 Onunla bir yaşta ihtiyar çınar”
 

Bu dörtlükteki “eski câmi avlusu, küçük şadırvan, duvar” gibi nesneler mimarî sanatının nesneleri olup, zamana karşı direnç göstermişlerdir. Dolayısıyla mimari eserlerdeki kalıcılığı ifade etmektedirler. Aynı dörtlükteki “su” ve çınar gibi varlıklar da tabiatı temsil etmektedirler. Mimarlık ürünleri ile tabiat ögelerinin birlikteliğinden doğan tabloyu yeni bir estetik çerçeve içerisinde dillendirmek ise bir şiire vücut vermektedir. Aynı şiirin devamında Tanpınar şöyle demektedir:
 
“Ovanın yeşili, göğün mavisi
 Ve mimarilerin en ilâhisi”
 
Bu defa mimari ve tabiat mistik bir kimliğe bürünerek Bursa şehrinin ruhunu oluşturuyor.
 
Mimarlık sanatının şekillendirdiği şehrin güzellikleri, acıları, sevinçleri şairlerin duygularına yansır. Bu duygular şiirlerde o şehrin somut özelliklerinden soyut bir kimliğe dönüşmesinin de göstergesi olurlar.
 
“Sülaymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinde Yahya Kemal, “Bir zamanlar bir hendese yığını” sandığı Sülaymaniye Camisi’nin bir ruhunun olduğunu ancak bir bayram sabahında cemaate karışınca anlayabildiğini söylemektedir. Her sanat eseri gibi Sülaymaniye’nin bir şifresi vardır ve şair onu çözdüğü zaman artık mimarlık ürünü canlı bir şahsiyete dönüşür. Ve artık Sülaymaniye Camisi kadar görkemli bir anıt niteliğinde olan “Sülaymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri de İstanbul’un simgelerinden biri haline gelir. Şairler şehirlerin ruhunu dile getirmeye devam ederler. “Seyredeyim nurdan bir şehir gibi ruhumu” diyen Necip Fazıl Kısakürek de şehri, ruhun bir adım önüne geçirir.
 
Daha eski zamanlara uzandığımızda şairlerin ve gönül erlerinin şehre verdiği anlamlarla karşılaşırız. Yunus Emre, “ Kastım odur o şehre varam, Feryad ü figan koparam” derken insanlığın harman yerinin şehirler olduğunu hissettirir bizlere.
 
Hacı Bayram Veli’nin şu dörtlüğü de bunun en güzel örneklerinden biridir:
 
“Nâgehan ol şara vardım
 Ol şarı yapılır gördüm
 Ben dahi bile yapıldım
 Taş u toprak arasında”
 
Kurulmakta olan bir şehre varan Veli şair Hacı Bayram, taşın ve toprağın vücut vermekte olduğu bu şehre kendi bedenini ve ruhunu da ortak eder. Şehirle birlikte yeniden yoğrulup vücut bulduğunu söyler.
 
Şehir insan ilişkisini herkes yaşar ama, şairler ve gönül insanları bu ilişkinin bir bakıma felsefesinin dile getirir, anlam katmanları arasında dolaşarak yeni sanat ürünlerinin hareket noktası yaparlar.
 
20. yüzyıl Türk Dünyası’nın fikir adamı şairi Bahtiyar Vahapzâde de, mimarlık terminolojisindeki “dam” sözüne bambaşka bir anlam kazandırır: “Taptag ettiğimiz bu kara torpag, Ebedi menzilin damı değil mi?” Sonsuzluk kavşağının çatısının da dünya toprağı olduğunu düşünmek ferahlatıcı bir şey.
 
Hızlı değişimlere sahne olan çağımızda şehirler de bundan nasibini alır. Mimarlık sanatı konusundaki tartışmalara edebiyat anlayışındaki farklılıkların çatışmaları da eşlik eder. Bu hızlı değişme ve başkalaşma rüzgârlarında şehirlerin zaman zaman huzursuzluğa kapıldığı da görülür.
 
Huzuru kaçan bazı şehir sakinlerinin sığınak yeri ise o şehrin kadim kalıntıları olur, o eski mekânlarla teselli bulmaya çalıştıkları görülür. Bu durum “çağdaşlık” ve “çağdışılık” ayrışmalarına yol açar. Bu tartışma ve çatışmalardan üçüncü bir anlayış doğar. Eski ile yeninin sentezi… Bir kültür alanı olan mimarlık sanatının mensuplarının en dikkate değer ürünleri de bu sentez fikrin doğar.
 
Her şey değişecek ve gelişecektir. Ancak bu, büyük kültür birikimlerinin reddi ve inkârı anlamında olmayacaktır. İşte çağdaş mimarlar bu anlayışla bir sanat yarışına girerken, çağdaş şairler de bu paralelde ürünler vermeye devam edeceklerdir.
 
Şehirlerin mutsuzları, âvare insanları hep olmuştur. Şehir mimarları onların da varlığını dikkate alan şehir tasarımlarına yönelirler. Parklar, bahçeler, oturma ve dinlenme mekânları, kişinin kendi kendisiyle başbaşa kalma atmosferini sunan şehir uzuvları bu düşünceden doğar.
 
Fransız Şairi Boudlaire, Paris’in âvare insanlarını şiirlerine taşır. Bu şiirlerde de yine mekân insan ilişkileri birbirini tamamlayan ögelerdir. “Balkon” şiirinde:
 
“Derdim yeter, sakin ol dinlen artık
 Akşam olsa diyordun işte oldu akşam
 Siyah örtülere sardı şehri karanlık
 Kimine huzur iner gökten, kimine gam”
 
Şiirin başlığından da anlaşılacağı gibi bu dertli insanın mekânı bir balkondur. Balkonu bu insana mimarlar, balkonun bu şiirini de şairler sunmaktadır.
 
Kültürümüzde mimarlık kavramına maddi boyutları aşan anlamlar da yüklenmiştir. Ruh mimarları, gönül mimarları, ses mimarları vardır. Mimari sözünün yapıcı çağrışımları her alana intikal etmiştir. Barış mimarları, dostluk mimarları gibi söylemler de sık sık kullanılabilmektedir.
 
İnsanı ön planda tutan mimarlık kültürünün esas olduğu Türk kültür tarihinin bu özelliği zaman zaman yabancılarında dikkatini çeker ve takdir duygularını ifade etmelerine yol açar.

Gezgin yazar Edmondo De Amicis, “İstanbul” adlı eserindeki şu ifadeler ilginçtir: “Bu güzel ve zengin Müslüman kadınlarının yaşadığı evler cazip ve acayip elbiselerine oldukça uygundur. Kadınlara tahsis edilmiş odalar ekseriya iyi yerlerdedir, buralardan fevkalâde kır veya deniz manzaraları ve İstanbul’un büyük bir kısmı görülür. Aşağıda, sarmaşıklarla, yaseminlerle örtülü yüksek duvarlarla çevrilmiş küçük bir bahçe, yukarıda bir taraça, sokak tarafında İspanyol evlerinin Miradores’i gibi şahnişinler vardır.”
 
“Beş Şehir” kitabının yazarı şair Ahmet Tanpınar’ın tesbiti de bu yabancı zengin yazarınkiyle örtüşmektedir: ”Eski ustalarımızın asıl başarısı, tabiatla bu işbirliğini sağlamalarındadır.(…) pek az mimari kendisini ışığın cilvelerine İstanbul mimarisinde olduğu kadar hızla teslim eder.”
 
İstanbul’un bir adı da “Âsitane”dir. Kardeş Kazakistan Cumhuriyeti’nin başkenti Astana da çağımızın göz kamaştırıcı mimarisinin taze bir örneğini oluşturmaktadır. İstanbul sevdalısı Yahya Kemal Beyatlı,”Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, lâkin efsunlu güzellikleri yaratan sensin yaratan.”demektedir.
 
Astana’nın özelliklerini ve güzelliklerini dile getirmeye başlayan şairler varmıdır, bilemiyorum. Ancak bu mimari güzellikler eminim ki Kazak şairlerine ilham verecektir. Astana mimarisi de şiirle buluşarak yan yana iki ırmak gibi tarih içindeki akışlarını sürdüreceklerdir. Belki de Astana’yı dile getiren şiir yarışmaları yapılacaktır.
 
İfade etmek isterim ki ben Almatı şehrini görmeden önce, Cengiz Aytmatov’un eserlerindeki “Almatı”yı tanıdım, sevdim, merak ettim. Gelip görünce de Aytmatov’un mânevi kılavuzluğu ile dolaştım.
 
Yirminci yüzyıl Türk şiirindeki temalardan biri de “Büyükşehir bunalımı” olmuştur. Bunun sebepleri, kültür krizlerinin önce büyük şehirlerde baş göstermesinden kaynaklanır. Hızlı kültür değişmeleri, yerleşmiş hayat tarzını ürkütür. Kırsaldan şehirlere göçler, uyumsuzluk sorununa yol açar. Şehir buna hazırlıksız yakalanır. Beton yığını binalar, plansız programsız devreye giren kaçak evlerin oluşturduğu mahalleler, insan ruhunu tedirgin eder.
 
Ülke yöneticilerinin politik kaygılarla bunlara göz yumması da, kendilerini bir anlamda çarpık kentleşmenin mimarları konumuna getirir. Şairler işte bu manzarayı da şiirlerine taşıyarak topluma ayna tutarlar. Büyükşehir bunalımının şiirlerini yazarlar.
 
Ömer Bedrettin Uşaklı bir şiirinde özlem çığlığı atar:
 
“Gözümde bir damla su, deniz olup taşıyor,
 Çöllerde kalmış gibi yanıyor, yanıyorum”
 
Aynı şair bir başka şiirinde de şöyle haykırıyor:
 
“Sarp dağlardan örülmüş dört duvar içindeyim,
 Nerdesiniz güneşler, nerdesiniz ovalar?
 Dağılmayan, simsiyah bulutlar içindeyim,
 Nerdesiniz güneşler, nerdesiniz ovalar?”
 

Şairler bir şehri seviyorlarsa, insanlar orada mutlu olabildikleri içindir. Şairlerin sevip de üzerine şiirler yazdığı şehirler düşünce ikliminin de serpilip geliştiği yerler demektir.
 
Türk Dili’nin inşasında önemli bir yeri olan şair Ali Şir Nevâi de aynı zamanda bir mimardır. Bugünkü Özbekistan’da O’nun adını taşıyan bir şehir vardır. Şehir ve şiir mimarı bir şahsiyetin varisleri olmak, övünülecek bir husustur.
 
Almanya’nın özellikli şehirlerinden biri olan Hadeilberg, tarihi yapıları, tabiatı ve bunların birbirleriyle uyumu sayesinde gözde bir şehirdir. Ortasından akıp giden nehrin üzerindeki Romalılardan kalma taş köprünün adı “Âşıklar Köprüsü”dür. Fakat bu şehrin en mutena güzergâhlarından birinin adı “Şairler Filozoflar Yolu”dur.
 
Ve yine bu şehir, Alman fikir ve kültürünün önemli isimlerini yetiştiren yerdir. Şehre asıl kimliğini kazandıran da bu hususiyetlerdir. Eğer Hadeilberg, tarihten gelen özelliklerini korumayı başaramasaydı, fikir de sanat da oradan kaçardı. Büyük Türk bilgini İbn-i Sina’nın dediği gibi “İlim ve sanat, rağbet görmediği yerden göç eder.”
 
Son olarak şunları ifade etmek isterim: Bir şehrin doğal ve mimari dokusu korunuyorsa orada, şairler, filozoflar, bilim adamları ve her alanın sanatkârları yetişir, çoğalır.
 
Kendi hesabıma, kültür krizlerinin kuşattığı şehirlerden şikâyetçi olmuşumdur. Böyle bir ruh hali içerisinde yazmış olduğum şiirimle sözlerimi bağlamak istiyorum.
 
Koca Yıldız

Şehirler büyüttüm ninnisiz türküsüz,
Senden ayrılalı ey koca yıldız
Unuttum hüznünü uzaktan sevmelerin,
Kalmadım bir dem bile sen gibi yalnız
 
Bulvarlar açtım gecesinde renk renk,
Işıklar sıralayıp göz kamaştıran
Unuttum hasta şarkısını mehtabın,
Vardım ay katına ay bana hayran
 
Niyetim var senin de çöllerinde gezmeye
Köhne bir dağ başında söylenirdi adın,
Çoban mıydı, Ülker miydi koca yıldız,
Bir masal tutturmuştun gönül diye
Dinlerdim tepeden tırnağa akılsız
 
Ben bu yaşlı dünyanın çağdaş evladı,
Gökdelen ormanlarında sayılarla söyleşen,
Secde ettim mantığıma makineler alkışladı
Arıtıp binlerce yıllık türkülerinden,
Pazara sürdüm ruhumu arzular üzerinden
 
Sıyrıldı menekşe üslubundan,
Ağaç-kakan misali gülüşen kızlar,
Ne Leyla ne Şirin ne Aslı soyundan..
Bir gerdanlık taşında cümle yıldızlar
 
Yok, artık seni görecek göz,
Şavkındaki rüyaları vehme çıkardık
Parlak değilsin skandallar yıldızı kadar,
İşin ne göklerimizde koca yıldız?
 
Hayli zaman olmuştu bakışmayalı,
İliştin gözüme nasılsa birden,
Ürkektin yine eski güzeller misali
Titredi bir an gönlümün,
Henüz çekilmeyen bir teli
 
Sarı yıldız, mavi yıldız, koca yıldız,
Çoban mıydı, Ülker miydi adın?
Neyedir, direnişin böyle yalnız?
Nerden, çıktın karşıma apansız?
Granitlerle çevrili huzurumu kaçırdın…

Haziran / 2010

(*) Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) Başkanı