Nazım Hikmet, vergi, tahsildar ve muhasebe işleri ile ilgili insan manzaralarına da çokça yer vermiştir yapıtlarında. Bunları derlemiş “Edebiyatlaşan Vergiler” adlı kitabıma koymuşumdur. Yılmaz Karakoyunlu, “Yorgun Mayıs Kısrakları” adlı romanında Nazım’ın babası ile ilgili olarak çok sarsıcı ve acıklı bir anıyı anlatır, onu da kitabıma almışımdır. Mart ayındayız, vergi ayı olarak bilinir (her ne kadar şimdilerde biraz değiştiyse de gene de öyle algılanır), bunu vesile kılarak bunları bir yazı konusu yapmak istedim.

Hadi okuyalım:

Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserinde çizdiği tiplerden biri ve insana en çok dokunanı, kendini asan bir köylüdür. Nazım, şöyle anlatır bu bahtsızın öyküsünü:

Bu sabah üçüncü koğuşta, gusülhanede
          köylü bir mahpus astı kendini.
Yol parasından yatıyordu.
Onlara tayın çıkmaz.
Bu üçüncü yatışıydı vergi borcundan.
Meydancı haber verdi:
Ölüyü indirdiler kuşağının ucundan.
Halil hatırlıyor:
Kısa boylu sessiz bir adamdı.
-Gelmedi bu sefer görüşmecisi filan- dediler-
-Keç kerre yemeğe buyur ettik yemedi,
Kimseciklere ağzını açıp bir cigara verin bile demedi,
Acından öldü fakir...
-Acından değil be- dedi Asrî Yusuf-
           Bilmiyon
                    onurlu adamdı
                               kahrından öldü.

"Ali Çaviş" adlı bir vurguncu da vardır İnsan Manzaraları’nda. Nazım Hikmet'in yazdıklarına bakılırsa, Ali Çaviş'in tapuları öyle çoktur ki, vergi ödeme dönemi geldiğinde kâtipleri heybeyle taşımaktadırlar.

Zebella gibi zenciydi Ali Çaviş
Trablusgarp'ten gelmeydi.
Altmış beş yaşlarında var.
Okuması yazması yok.
Korsanlık, kaçakçılık ve eşkıyalık etmiş 
seferberliğin sonuna kadar.
Ve Cumhuriyet'te açmış ilk yazıhanenin kapılarını.
Şimdi Maliyeye vergi ödendiği sıralarda
katipleri heybeyle taşırlar emlak ve arazinin tapularını"

1952 Kore Savaşı dolayısıyla yazdığı "Mektup" adlı şiirinde, Anadolulu Ahmet'e "Kimi öldürmeye gidiyorsun? " diye sorar, kendi köyünün dertlerini hatırlatır. Bu dertlerden biri de ödenemeyen vergidir:

Onlar bu yıl veremedi vergiyi
             öldü sarı öküz
                     dayı oğluna göründü gurbet.
Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?
Yedi deniz ardında kaldı Anadolu
             köy halkıyla beraber.

Nazım Hikmet'in vergi unsuru taşıyan şiirleri yalnızca yukarıdakiler değildir. Şair, Hopa Hapishanesi'nde yazdığı bir şiirde, yol vergisinin toplumda bıraktığı kötü izlenim ve açtığı yaraları dile getirmektedir. (Yol Vergisi hakkında ileriki bölümlerde yeterli izahat yapılacaktır). O yıllarda Yol Vergisi’ni ödeyemeyenler yol yapımında çalıştırılmış ya da hapse atılmıştır.

Deli şimdi yüzüstü yerdedir.  
Ve beyaz donlu bir adam,
             çiğneyip bıyığını,
                     bu et yığınını
                           polis palaskasıyla dövmededir.
Hasan Dayı bağırdı yanımdan
Sarılıp demir parmaklıklara
-Dövmeyin be deliyi
yol vergisini artırın iki misli
yatarım doksan gün daha"

CIGARA PAKETİNİN ALT KAPAĞI MUHASEBE SERVİSİ
Nazım Hikmet’in memleketimden İnsan Manzaraları adlı eserindeki kişilerden biri de Aziz Bey’dir. Aziz Bey’in durumunu ve muhasebesini şairin dizelerinden öğrenelim:

Çerkezdi Aziz Bey
Orman bekçisiydi babası.
Fakat bugün Aziz Bey’in
Bir sömürge toprağı kadar ormanı var;
İstanbul’a odun ve kömür veren ormanlar.
.......
Aziz Bey ormanlarındaki işçilerin bilmez sayısını.
Zaten Aziz bey hesap bilmez
Muhasebe servisi alt kapağıdır cıgara paketinin.
Hısım ve akrabaları ki korucubaşıları ve silahşorlarıdır
Çalarlar hayasızca Aziz Bey’den.
Aziz bey bilir
Ses çıkarmaz
Çünkü on misli daha, daha yüz misli çoğunu
Cıgara kâğıdı muhasebesinden çalar.

BALABAN, NAZIM HİKMET, KRAVAT VE TAHSİLDAR...
“Nazım Hikmet’le Yedi Yıl” adlı hatıralarında anlattığına göre, 1941 yılında hapishanede yattıkları sırada, portresini yapması için Nazım Hikmet’e poz verir Ressam İbrahim Balaban, ama beğenmez Nâzım’ın yaptığı portreyi:
-Kravatımı yapmamışsın.
-Sana kravatı yakıştıramadım. 
-Neden? 
-Sizin köye tahsildar gelir miydi? 
-Gelirdi. 
-Sever misin tahsildarı? 
-Sevmem. 
-Senin ve benim sevmediğimiz tahsildarın kravatını sana takamam. 
Balaban sonra o portrenin üzerine o kravatı kendi yapar.

NAZIM HİKMET'İN MUHASEBECİ BABASI, CAN VERİRKEN BİR YANDAN DA HESAP VERİYORMUŞ
Nazım Hikmet'in babası Hikmet Bey, Nâzım Paşa'nın oğludur. Yaşadığı aldırışsız ve süfli hayat, varlıktan yokluğa düşürmüştür onu. Karısı Celile Hanım'dan ayrıldıktan sonra, geçim derdi iyice artmıştır. Nazım işsizdir, kız kardeşi Samiha garip. Bunlar yetmezmiş gibi, yeniden evlenmiştir Hikmet Bey, ikiz çocukları olmuştur, onlar için de, mutlaka ve ne iş olursa olsun çalışmalıdır. Süreyya Paşa Sineması'nda muhasebe yardımcılığı yapmakta, oradan aldığı küçük bir aylıkla evini geçindirmeye çalışmaktadır. İşe giderken bir gün, bir köpeğin saldırısına uğrar, kuduz şüphesiyle iğne vurulur kendisine. Hastahane çıkışı, yolda bir arabadan kaçmak isterken, düşer, takılır bir şeylere, yaralanır, tekrar hastane ve bu kez de tetanos iğnesi... Kuduz ve tetanos iğnelerinin birlikte yapılmaması icap eder ama burası Türkiye'dir. Evine yollanır Hikmet Bey, fenalaşır, Nazım'a haber verilir.

Yılmaz Karakoyunlu, Yorgun Mayıs Kısrakları adlı romanında, olayın sonrasını şöyle anlatıyor:

"Haber geldiğinde Nazım, yeni bir oyunun çatısını kuruyordu. Ekmek parası, hayatının en büyük endişesiydi. Bu endişe içinde zaman zaman kendisiyle konuşuyordu.

(...) Haber ağır geldi. Başını ellerinin arasına aldı ve bir süre kendinden geçercesine boşluğa bıraktı. Birkaç dakikada bütün hayatını yeniden yaşamış ve tabiatın sert hükmüne uymaktan başka çâresi olmadığını görmüş ve sabırlı bir katlanışla irkilmişti. Gözlerinde kor gibi yaşlar vardı. O anda çılgına döndü... Babası Hikmet Bey, hekimlerin yanlış müdahalesiyle hayata veda etmek üzereydi.

Hikmet Bey'in hayatında saadet duygusu yoktu. Ömrünün hiç bir safhasında mesut olmadığını söyler, tâlihin kendisine bahşettiği bütün nimetleri hoyrat ve sorumsuz şekilde ziyan ettiğini ifade etmekten çekinmezdi. Celile'yi bu yüzden kaybetmişti. Mevkiler, makamlar ayağının altına serilmiş, ama o bunların hiçbirinin hakkını veren ciddiyet ve ısrar içinde işine sarılmamıştı. Süreyya Sineması'nın muhasebesinde, küçük bir memuriyette evinin nafakasını çıkarmaya çalışıyordu. Süreyya Paşa paraya düşkündü ve her gün sinemaya gelip hasılatın hesabını yapıp parayı tahsil ediyordu. Telaşlı bir adamdı ve etrafındakileri de telaşa vererek yok yere kırıcı oluyordu.

Nazım koşarak eve gitti. Gördüğü manzaradan ürktü. Süreyya Paşa, Hikmet Bey'in başına dikilmiş elinde kağıt kalem, sinemanın hasılatını hesaplıyor ve parmak uçlarını ıslatarak banknotları sayıyordu.

Hikmet Bey ateşler içindeydi.

(...) Nazım, gördüğü manzarayı unutmadı ve Hikmet Bey, Nazım'ın kollarında çırpınarak can verirken Süreyya Paşa hâlâ sinema hasılatının hesaplanması için Hikmet Bey'in başucunda kendisine gelmesini bekliyordu.

Ertuğrul Muhsin'in kendinden istediği yeni oyunun konusu ve çatısı artık kafasındaydı. Birkaç gün içinde repliklerini yazarak oyunu verebileceğini düşündü. Eve dönerken adını da koydu: Bir Ölü Evi."