Çok çetin yıllardı elbet. Öncesinde II. Mahmud ve III. Selim’in girişimleriyle başlayan yenilik hareketleri, sonrasında Tanzimat'la doruğa ulaşan batılılaşma hevesi, en nihayetinde Avrupa'nın Osmanlıyı tasfiyeye karar verdiği hengâmede bana dokunmayan bin yıl yaşasın zihniyeti bir hastalıklı tabloyla yüzleşiverdik. Önümüze öyle bir tablo çıktı ki tüm vatan sathı işgal altındadır artık. Oysa her şart altında iri olmak, diri olmak ve bir olmak esas olmalıydı. Maalesef elde avuçta hiç bir şey kalmayınca ‘Eeh! Ne yapalım kaderimiz buymuş’ deyip umutsuzluğa kapılmışız. Sadece işgal güçlere karşı içten içe hayıflanmakla yetinmişiz. Ne zaman ki tehlike kapıya dayanmış, işte o zaman işin vahametini idrak eder olmuşuz. Buna ister teselli bulmak denilsin, ister uyku sersemliğinden hayata dönüş denilsin sonuçta ortada bir işgal eden bir güç var, birde işgal edilenlerin acziyet içerisinde dona kalışı var. Neyse ki böyle bir elim vaziyette yüreklere su serpecek, batılılaşmanın yozlaşma olduğunu haykırıp kendini rehavete kaptırmamış bir ruh devreye girerde bir nebze olsun soluk alabildik. Hiç kuşkusuz o haykırışı gönüllere nakşeden ruh Mehmet Akif’ten başkası değildir. O ne Tevfik Fikret, ne de Yahya Kemaldir, hürriyet abidesi bülbülümüzdür o. Bir başka ifadeyle ne Tevfik Fikret gibi kendi kabına çekilen bir ruh seciyesi, ne de Yahya Kemal gibi kendini mazinin o muhteşem hayaline kaptıran bir ruhtur. Bilakis her iki halet-i ruhiyenin ötesinde zor olana talip olacak bir ruhtur. Yani her çileyi göğüsleyecek bir ruh abidesi tavır ortaya koyan şahsiyettir. Öyle ki, bu ruh seciyesinde halkın kaderine razı haline son verecek “Kükremiş sel gibiyim, bendimi, çiğner aşarım. Yırtarım dağları enginlere sığmam, taşarım” dizeleriyle tarihe sığmayan destanın bülbülü olmanın ötesinde kuva-yı milliye ruhu aşılamak vardır. Hele bülbülün o gür seda sesi gök kubbede yankılandıkça milletin gönül tahtında derhal etkisini gösterir de. Derken suskunluğa bürünmüş bir ülke patlamaya hazır volkana dönüşür bile.
Malum, Akif hasta yatağında bitkin ve bitap düşmüş imparatorluğun ayakta durabilmeye çalıştığı dönemde İstanbul’un Fatih semtinde doğdu (1873). Annesi Buhara kökenli Emine Şerif Hanım, babası Arnavut kökenli Kosova'nın İpek kentinden Mehmet Tahir Efendinin izdivacıyla dünyaya gelen bir ailenin can evladıdır. Yani, bu demektir ki bir yanı Rumelili, diğer yanı Orta Asyalıdır. Bir başka ifadeyle her iki manevi iklimin ruh seciyenin fıtratıyla doğup büyüdüğü İstanbul Fatih semtinin kültür dokusunu yüreğinde hissedip çağın çilesini sırtlanan bir aksiyon sestir o. Yeri geldi gazeteci, yeri geldi şair, yeri geldi hafız, yeri geldi eğitimci, yeri geldi milletvekili olarak karşımıza çıkan çok yönlü bir kişiliktir. Hiç kuşkusuz onun çok yönlü ve donanımlı olmasında birinci derecede babasının katkısı söz konusudur. Düşünsenize annesi çocuk yaşta medreseye vermek istese de, babası Fatih cami medresesi müderrislerinden bir zat olması hasebiyle bu alanla ilgili eksikliği bizatihi kendisi gidereceği düşüncesiyle itiraz edip sırasıyla Fatih İptidai mektebi, Fatih Merkez Rüştiye ve Mülkiye İdadi’ye (liseye) kaydını yaptıracaktır. İyi ki öyle yapmış ardından inançlı, aynı zamanda Garbın afakını saran çelik zırhıyla caka yapmaya kalkıştığı yeni gelişmeler karşısında iman dolu göğsü yüreği ve bülbül sesiyle karşı koyacak cesur bir evlat bırakmış olur. Elbette ki böyle bir babaya can kurban, bakın okula kayıt esnasında cebinden çıkardığı kesesinde para çıkmayınca saatini rehin verecek kadar ufuk sahibidir. Ne var ki Akif, Mülkiye okuluna devam ettiği sırada babasını kaybedecektir (1888), akabinde ailece birlikte geçirdikleri acı ve tatlı hatıraları bağrında taşıyan ev de yanıp kül olur. Kim bilir belki de acılar, çileler bizim bilmediğimiz nice hikmet dolu hadiseler Akif'in ruh dünyasını dahada kavileştirsin diye Allah hakkında böyle murad etmiş. Nitekim O'nun; “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” karşısında “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” meydan okuyuşu var ya, onun tüm ruh halini ortaya koymaya yeter artar da. Artık bundan böyle babasından yoksun eğitimine devam edecek, ama bir an evvel meslek sahibi olması da gerekiyordu. Ki, devam ettiği yüksek okulu bırakıp bir yıllık yatılı Halkalı Baytar ve Ziraat mektebine (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kayıt olur. Tabii Baytar Okulu deyip geçmemek gerekir, bu okulun önemli şahsiyet siması Rıfat Hüsamettin Hocayla tanışır ya, bu yetmez mi?
Evet, Rıfat Hoca mikrobiyoloji bilim dalını coğrafyamıza kazandırmış bir bilge şahsiyettir. İşte böyle bir hocanın şahsında okuduğu mektebin ayrıca dini bütün bir eğitim yuvası olması da Akif’e yeni bir derinlik katacaktır. Zaten mezun olduğunda da İstanbul’da Baytar müfettişi muavini olarak göreve başlayacaktır. Bu sayede görev icabı dört yıl boyunca Rumeli’de, Anadolu'da, Arabistan’da bulunacak, derken Hac farizasını da yerine getirecektir. Hatta bu ufuk turu yolculukta Tuna boylarında, Üsküp'te, Arnavut'ta, Vardar Ovasında soluklamakta vardır. İyi ki de soluklamış, zira ufuk turu yaptığı her bir diyarda tarihle hemhal olur da.
Yaş yirmi beş olduğunda Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanımla dünya evine girecektir. Bu evlilikten nur topu üç kız, iki erkek evlat doğa gelir. Hiç kuşkusuz evlendiği yıllarda da faaldir, bilhassa gazetelerde yayınlanan makale ve şiirlerin yanı sıra mezun olduğu Halkalı Ziraat mektebinde kompozisyon hocalığıyla dikkat çekecektir. Daha sonraki dönemlerde Darülfünun Edebiyat Fakültesi (bugünkü İstanbul üniversitesi) hocalığına tayin olduğunda ise öteden beri zihninde düşlediği o Asım’ın neslin yetişmesi için emek sarf edecektir. Öyle ki dergi ve gazetelerde yayınlayacağı şiirleri ve Safahat kitabının ana teması Asım’ın nesli yürek duruşu ilerisinde bir milletin topyekûn uyanışına ve istiklaline vesile olacaktır. Gerçektende yediden yetmişe tüm cümle âlem o muhteşem istiklal ve hürriyet destanına şahit olduğunda Batı’nın o çok övündüğü çelik zırhlı duvarı, Türk'ün iman dolu aşkına mağlup olur da. Ve bu şahlanış İstiklal marşıyla taçlanır da.
Ancak uyumaya yüz tutmuş bir milleti yeniden uyandırmak pekte kolay olmadı. Zira 93 Harbi, Trablusgarp (1911), Balkan savaşı (1912), I. Cihan Harbi ve daha nice badireler atlatıldıktan sonra ancak pembe şafaklarla buluşabildik. İşte bu noktada Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” çağrısını Akif'in “Korkma sönmez bu şafaklarda al sancak” haykırışıyla yeniden hatırlayıp kendimize geldik. Her bir mısra diriliş muştumuzdu çünkü. Sonuçta milletin bağrından çıkmış can yürekti o. Hele yedi düvele karşı verilen mücadelede onun o coşku dolu şiirleri ve karış karış gezdiği Anadolu camilerinde verdiği vaazları var ya, bir milleti ayağa kaldırmaya ziyadesiyle yetmişti. Malum, öyle mısralar var ki etki gücü kendisiyle sınırlı, öyle mısralar da var ki, uyuyan bir milleti uyandırıp cepheden cepheye koşturabiliyor. İşte o bülbül misali çağladıkça ‘bir ölürüz bin diriliriz’ bir hayal değil hakikatin tâ kendisi destan oldu. Ne var ki bülbül çağlayanımız Milli Mücadele zaferinin ardından taşlar yerine oturduğunda aynı ruh ve heyecanı görememenin hüznüyle incinmiş olsa gerek ki; vatanından uzak diyarlara hicret edecektir. Sanki kanadı kırık bir kuş misali Mısırda o engin ruhuyla artık baş başadır. Üstelik bu baş başa kalışta açlık, yokluk, sefalet ve kendi haline çekilmişliğin vermiş olduğu buruklukta vardır. Artık bülbül ruhen taş kesilmişti, öyle ki “Siper et gövdeni” diyemeyecek kadar donuktur. Akif, Milli Mücadele Destanı öncesi göğsünü siper edecek kadar çağlayan bülbülken, Milli Mücadele Destanı sonrası donuk taş kesilmişti. Bu arada tüm sevenler de onunla birlikte taş kesilir de.
Ona belki de en acı gelen yaşadıkları değil, Ankara’da Taceddin Dergâhının yanında kaldığı evde kaleme aldığı “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” dediği topraklardan uzak diyarlarda bir deri bir kemik halde hasta yatağında kendi haline terk edilmiş olmasıdır. Ne zaman ki tedavi için gelmek şart olur, ancak o zaman İstanbul'a gelmek zorunda kalır. Ama artık vakit çok geçti. Çünkü siroz kronikleşmişti. Derken Allah’a can borcunu epey zamandır uzak kaldığı Türkiye’de teslim edip böylece sevenlerin omzunda ebedi istirahatgahına uğurlanır. O şimdi Edirnekapı şehitlik mezarlığında medfun.
Ruhu şad olsun.
Malum, Akif hasta yatağında bitkin ve bitap düşmüş imparatorluğun ayakta durabilmeye çalıştığı dönemde İstanbul’un Fatih semtinde doğdu (1873). Annesi Buhara kökenli Emine Şerif Hanım, babası Arnavut kökenli Kosova'nın İpek kentinden Mehmet Tahir Efendinin izdivacıyla dünyaya gelen bir ailenin can evladıdır. Yani, bu demektir ki bir yanı Rumelili, diğer yanı Orta Asyalıdır. Bir başka ifadeyle her iki manevi iklimin ruh seciyenin fıtratıyla doğup büyüdüğü İstanbul Fatih semtinin kültür dokusunu yüreğinde hissedip çağın çilesini sırtlanan bir aksiyon sestir o. Yeri geldi gazeteci, yeri geldi şair, yeri geldi hafız, yeri geldi eğitimci, yeri geldi milletvekili olarak karşımıza çıkan çok yönlü bir kişiliktir. Hiç kuşkusuz onun çok yönlü ve donanımlı olmasında birinci derecede babasının katkısı söz konusudur. Düşünsenize annesi çocuk yaşta medreseye vermek istese de, babası Fatih cami medresesi müderrislerinden bir zat olması hasebiyle bu alanla ilgili eksikliği bizatihi kendisi gidereceği düşüncesiyle itiraz edip sırasıyla Fatih İptidai mektebi, Fatih Merkez Rüştiye ve Mülkiye İdadi’ye (liseye) kaydını yaptıracaktır. İyi ki öyle yapmış ardından inançlı, aynı zamanda Garbın afakını saran çelik zırhıyla caka yapmaya kalkıştığı yeni gelişmeler karşısında iman dolu göğsü yüreği ve bülbül sesiyle karşı koyacak cesur bir evlat bırakmış olur. Elbette ki böyle bir babaya can kurban, bakın okula kayıt esnasında cebinden çıkardığı kesesinde para çıkmayınca saatini rehin verecek kadar ufuk sahibidir. Ne var ki Akif, Mülkiye okuluna devam ettiği sırada babasını kaybedecektir (1888), akabinde ailece birlikte geçirdikleri acı ve tatlı hatıraları bağrında taşıyan ev de yanıp kül olur. Kim bilir belki de acılar, çileler bizim bilmediğimiz nice hikmet dolu hadiseler Akif'in ruh dünyasını dahada kavileştirsin diye Allah hakkında böyle murad etmiş. Nitekim O'nun; “Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar” karşısında “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var” meydan okuyuşu var ya, onun tüm ruh halini ortaya koymaya yeter artar da. Artık bundan böyle babasından yoksun eğitimine devam edecek, ama bir an evvel meslek sahibi olması da gerekiyordu. Ki, devam ettiği yüksek okulu bırakıp bir yıllık yatılı Halkalı Baytar ve Ziraat mektebine (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kayıt olur. Tabii Baytar Okulu deyip geçmemek gerekir, bu okulun önemli şahsiyet siması Rıfat Hüsamettin Hocayla tanışır ya, bu yetmez mi?
Evet, Rıfat Hoca mikrobiyoloji bilim dalını coğrafyamıza kazandırmış bir bilge şahsiyettir. İşte böyle bir hocanın şahsında okuduğu mektebin ayrıca dini bütün bir eğitim yuvası olması da Akif’e yeni bir derinlik katacaktır. Zaten mezun olduğunda da İstanbul’da Baytar müfettişi muavini olarak göreve başlayacaktır. Bu sayede görev icabı dört yıl boyunca Rumeli’de, Anadolu'da, Arabistan’da bulunacak, derken Hac farizasını da yerine getirecektir. Hatta bu ufuk turu yolculukta Tuna boylarında, Üsküp'te, Arnavut'ta, Vardar Ovasında soluklamakta vardır. İyi ki de soluklamış, zira ufuk turu yaptığı her bir diyarda tarihle hemhal olur da.
Yaş yirmi beş olduğunda Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanımla dünya evine girecektir. Bu evlilikten nur topu üç kız, iki erkek evlat doğa gelir. Hiç kuşkusuz evlendiği yıllarda da faaldir, bilhassa gazetelerde yayınlanan makale ve şiirlerin yanı sıra mezun olduğu Halkalı Ziraat mektebinde kompozisyon hocalığıyla dikkat çekecektir. Daha sonraki dönemlerde Darülfünun Edebiyat Fakültesi (bugünkü İstanbul üniversitesi) hocalığına tayin olduğunda ise öteden beri zihninde düşlediği o Asım’ın neslin yetişmesi için emek sarf edecektir. Öyle ki dergi ve gazetelerde yayınlayacağı şiirleri ve Safahat kitabının ana teması Asım’ın nesli yürek duruşu ilerisinde bir milletin topyekûn uyanışına ve istiklaline vesile olacaktır. Gerçektende yediden yetmişe tüm cümle âlem o muhteşem istiklal ve hürriyet destanına şahit olduğunda Batı’nın o çok övündüğü çelik zırhlı duvarı, Türk'ün iman dolu aşkına mağlup olur da. Ve bu şahlanış İstiklal marşıyla taçlanır da.
Ancak uyumaya yüz tutmuş bir milleti yeniden uyandırmak pekte kolay olmadı. Zira 93 Harbi, Trablusgarp (1911), Balkan savaşı (1912), I. Cihan Harbi ve daha nice badireler atlatıldıktan sonra ancak pembe şafaklarla buluşabildik. İşte bu noktada Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” çağrısını Akif'in “Korkma sönmez bu şafaklarda al sancak” haykırışıyla yeniden hatırlayıp kendimize geldik. Her bir mısra diriliş muştumuzdu çünkü. Sonuçta milletin bağrından çıkmış can yürekti o. Hele yedi düvele karşı verilen mücadelede onun o coşku dolu şiirleri ve karış karış gezdiği Anadolu camilerinde verdiği vaazları var ya, bir milleti ayağa kaldırmaya ziyadesiyle yetmişti. Malum, öyle mısralar var ki etki gücü kendisiyle sınırlı, öyle mısralar da var ki, uyuyan bir milleti uyandırıp cepheden cepheye koşturabiliyor. İşte o bülbül misali çağladıkça ‘bir ölürüz bin diriliriz’ bir hayal değil hakikatin tâ kendisi destan oldu. Ne var ki bülbül çağlayanımız Milli Mücadele zaferinin ardından taşlar yerine oturduğunda aynı ruh ve heyecanı görememenin hüznüyle incinmiş olsa gerek ki; vatanından uzak diyarlara hicret edecektir. Sanki kanadı kırık bir kuş misali Mısırda o engin ruhuyla artık baş başadır. Üstelik bu baş başa kalışta açlık, yokluk, sefalet ve kendi haline çekilmişliğin vermiş olduğu buruklukta vardır. Artık bülbül ruhen taş kesilmişti, öyle ki “Siper et gövdeni” diyemeyecek kadar donuktur. Akif, Milli Mücadele Destanı öncesi göğsünü siper edecek kadar çağlayan bülbülken, Milli Mücadele Destanı sonrası donuk taş kesilmişti. Bu arada tüm sevenler de onunla birlikte taş kesilir de.
Ona belki de en acı gelen yaşadıkları değil, Ankara’da Taceddin Dergâhının yanında kaldığı evde kaleme aldığı “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” dediği topraklardan uzak diyarlarda bir deri bir kemik halde hasta yatağında kendi haline terk edilmiş olmasıdır. Ne zaman ki tedavi için gelmek şart olur, ancak o zaman İstanbul'a gelmek zorunda kalır. Ama artık vakit çok geçti. Çünkü siroz kronikleşmişti. Derken Allah’a can borcunu epey zamandır uzak kaldığı Türkiye’de teslim edip böylece sevenlerin omzunda ebedi istirahatgahına uğurlanır. O şimdi Edirnekapı şehitlik mezarlığında medfun.
Ruhu şad olsun.