Akşamdan kalma bu sabah. Biraz da geç kalktı. Gözleri hiç uyumamış gibi ağrılı. Yudumladığı çaydan alıyor hırsını. İşsiz güçsüz dolaşmak, yiyip bitiriyor onu. Etrafına baktı… Günün bu saatinde bir o değil, başkaları da tünemişler masalara.
Akşamdan kalma bu sabah. Biraz da geç kalktı. Gözleri hiç uyumamış gibi ağrılı. Yudumladığı çaydan alıyor hırsını. İşsiz güçsüz dolaşmak, yiyip bitiriyor onu. Etrafına baktı… Günün bu saatinde bir o değil, başkaları da tünemişler masalara.
Sigara dumanları çekildikçe ciğerlere, çaylar buruk buruk ediyor yüzlerini. Gördükçe, daha çok canı sıkılıyor. Camdan dışarısını seyretmek de bir başka acı veriyor, yakıyor içini...
*
İşte bir otobüs durdu ilerde. Yolcular inip binmekte. Yırtık elbiseli hamalların, yük dilendikleri belli yolculardan. Niçin? Çekecek yük dilenmek için! Neden? Bir dilim ekmek için, okuldaki yavruya bir defter için. Okuyacak yavrusu, okuyacak da adam olacak. Sonra ondan dilenecekler hamallar. Ondan isteyecekler kitaplar dolusu valizini yavrusunun. Bir dilim ekmek değil, bir fırın ekmek parası olacak oğlunun. Paramparça hamal ipini kaldırıp atacak… “Yeter!” diyecek yük dilenmeye. Bundan başkası değildir düşündüğü. Yorgun bacakları paramparça ipin sardığı ağır yükü çeker, çeker de belki bir gün olur beklediği.
Yavrusu okuyacak, büyük adam olacak... Kim bilir belki de…
*
Onur'un gözünde dünya böyle dönüyordu…
Başkalarının çaresizliğine anlamlar yüklüyordu...
Aklına babası geldi… “Babam da böyle düşünmüştür” diyerek geçirdi içinden.
Babası hamal değil terziydi ama o da bir başka yük çekerdi evine. Yıllarca iğne deliğine iplik taşıyarak, okuttu çocuklarını. Okuttu da ne oldu sanki. Başa çıkamadı, yapamadı... Olamadı, babasının hayalindeki insan ya da hamalın yavrusunu düşündüğü kadar. Büyük adam olmak istedikçe; büyük taşlar çıktı önüne, aşamadı.
Şimdi yalnız ve işsiz; cebindeki üç beş kuruş harçlıkla… Bardaktaki çayı bitmek bilmiyor, gün de öyle… Ümitsizliği kadar uzun geliyor ona. Masada başkaları da var. Konuşmuyor hiç biriyle… Konuşacak bir şeyi de yok zaten. Dertlinin dert dinleyecek halimi olur.
Bir çay istedi ocaktan…
Bir sigara daha yaktı, ardından...
Bir çocuk belirdi önünde. Sarışın saçları kir içinde. Yemyeşil gözleri, yer yer siyah boyalı yüzünde asılı gibi. Elbiseleri günlerdir yıkanmamış. Beyaz gömleğinin orası burası boya lekeleri ile kaplı. Elleri katran gibi. Yırtık pantolonundan etleri gözükmekte. Ayakları yalın denecek kadar giyinik. Omzunda kendi kadar kirli bir sandık.
Konuşmadan durdu önünde... Bir acı gülüş sadece... Onur baktı, o bekledi... Gözleri ezilmişliğini haykırıyordu Onur’un gözlerine.
"İyi ama ne diye bu donuk bakışlar. Neden, konuşmuyor bu çocuk?”
Anlamaya çalıştı… Çocuğun bakışları, yalnızlığını ve işsizliğini yüzüne vuruyordu sanki. Oysa bu yavrucak nerden bilebilirdi, onun çaresizliğini? Görünüşünde acınacak bir durum da yoktu. Üstelik temiz de giyinmiş. İşsiz, güçsüz olduğunu nerden bilecek.
-Bak küçük ayakkabılarım boyalı, git başkasına…
- ..!
- Hadi git, bakma öyle…
- ..!
- İlle de boyayacaksan al sana boya parası. Al buradan birkaç kuruş.
Bir adım geri çıktı yavrucak. Onur’un uzattığı paraya bakarak…
-Ne! Almıyor musun? Sen bilirsin. Şimdi git
- ..!
-Bak bir sürü insan var. Boyatırlar belki. Dolaş hele kahveyi.
- ..!
Çocuk, öylece bakıp duruyor Onur’un yüzüne. Sanki duymuyor onu.
Nihayet uzattı ayağını. Oturdu; parmaklarının güçlükle tutabildiği fırçaları ustaca salladı, tozunu aldı ayakkabının. Diğer ayağını uzatması için sandığa vurdu. Onun da tozunu aldı. Kalktı, kocaman sandığı sırtladı. Kirli yüzünün çevrelediği çatlak dudaklarının arasından parlak dişleri gözüktü. Bir acı tebessümle hâlâ açık duran avucundaki paralara bakarak başını salladı ve yürüdü.
Onur, bir an kaldı öylece. Sonra tuttu kolundan;
-Neden almıyorsun küçük. Al hakkın ne kadarsa al.
- ..!
Başını salladı gülerek. Gitmek istedi, bırakmadı.
-Neden konuşmuyorsun? Utanıyor musun..?
-..!
-Baban ne iş yapıyor?
- ..!
-Okula gidiyor musun?
Yüzüne bakıyordu öylece. Sonra kirli saçlarının arasında kalan kulaklarını ve çatlak dudaklarının çevrelediği ağzını gösterdi, başını salladı. Onur, beyninden vurulmuşa döndü. Dilsiz ve sağırmış yavrucak. Sıyırdı kolunu birden ve yürüdü başka masalara.
Fakirlik, dilsizlik, sağırlık… Üç kez ölmüş yavrucak!
Ya Onur? Bin kez öldü utancından. Bir kirli sandık taşıyacak güç bulamadığını ve de yavrucağın büyüklüğünü düşündü.
Kalkmalıydı artık kirli dumanlar arasından. Ne yalnız olduğunu ne de işsizliğini düşünmemeliydi…
Varlığını, insan olduğunu bilmeliydi.
Kirli bir sandık bile olsa hayatı ona yüklemeliydi.
Haziran 1968 - (Bayburt Postası Arşivinden)