Felsefe, insanın evren, doğa ve insanlar üstüne derin düşünmesidir kısaca. İnsan bunu yaparken aklından yararlanır, bilimden, sanat ve edebiyattan yararlanır. İnsanın tüm bu felsefi bakış ve irdelemelerden çıkarsayıp hüküm ve inanç haline getirdikleri ise ideolojiyi oluşturlar. İdeolojinin genel kabul görmüş tanımı şudur: “Siyasal ve toplumsal oluşumların tutum, duruş ve yaklaşımlarına yön veren siyasal, hukuksal, bilimsel, felsefi, edebî, dinsel, ahlâki, estetik düşünceler bütünü”. İdeoloji çoğu kez doktrinle karıştırılır. İdeoloji insanın ve hayatın her alanını kapsar. Sizin toplumsal tutumunuz, toplumu yorumlayışınız, ekonomik ilişkilere bakışınız, başta aşk olmak üzere tüm insanlık hallerine dair tanı ve algılamalarınız, evreni ve yaratılışı yorumlayışınız, ideolojinizdir kısaca. Doktrin, ideolojinin, bir öğreti oluşturacak biçimde bir kurum ya da ülke bağlamında ve hemen uygulama alanına geçebilecek biçimde yapılandırılmasıdır. Örnekleyelim: Marksizm ve liberalizm ideolojidirler, doktrine ise dünyaca bilinen ikisini örnek verebiliriz: Truman doktrini, Brejnev Doktrini.

Peki Kemalizm ideoloji midir, doktrin mi, ya da sistem mi?

Doktrin ve sistem değildir kesinlikle, bunu en başta Atatürk istememiş, “Size hiçbir dogma bırakmıyorum” diyerek akıl ve bilim rehberliğinde gelişme ve değişmenin, devrimin sürekli olması gerektiğini ifade etmiştir. Sistemleri ise sevmemektedir. Bunu metodolojisinden çıkarıyoruz:

“Atatürk, bilimi temel alan, deneye değer veren aklın hâkimiyetini benimseyen bir düşünce sistemine sahipti. Bir şeyin doğru olarak düşünülebilmesi için, düşünenin bilime ters düşmemesi, yapılmış deneylerden yararlanmış olması zorunludur. Bilim ve deneylerden böylece yararlandıktan sonra, aklın, bütün duygulardan sıyrılarak tam bir tarafsızlıkla olayı incelemesi lâzımdır. Nasıl laboratuvara giren bir bilim adamı, tüplerdeki oksijen ve hidrojenden yana olmadan, sadece bunların ayrılması ve birleşmesinden doğacak durumu gözlerse, sosyal olaylarda da bir devlet adamı, doğru bir karara varabilmek için o sosyal olaylarla olan duygusal yanını susturacaktır.

Gerçi bu kanun pozitivizmi ve onun kullandığı analitik metodu getirir hemen akla. Fakat derhal belirtmeliyiz ki, akıl ve deneye dayandığı için pozitivistmiş gibi görünebildiği halde, daima sonuçlara değer verdiği için de pragmatistmiş gibi görünür. Aslında Atatürk, ne pozitivist, ne pragmatist idi, çünkü sistemlere yakınlığı yoktu.

Sistemlere karşı olan bu kuşkulu tutumu, onu sürekli olarak her konuda başarıya götürmüştür. Çünkü sürekli değişken olan şartlar değiştikçe, Atatürk de değişmiş, böylece bir kalıbın içinde donup kalma tehlikesine düşmemiştir.”(1)

Ve Atatürk felsefeyi kavramış bir insan, bu da ideolojik birikimi olduğunun kanıtı. Yahya Kemal’e o ünlü sofrasında bir gün felsefenin ne olduğunu sorar, Yahya Kemal’in izahatlarından sonra şunları söyler:

“Felsefe evren konusunda akılcı davranıştır. Bu yüzden felsefe bilmeyen insan, edebiyatçı da politikacı da olamaz. Felsefe bilmeyen bir asker, belki bir savaş kazanır ama savaşı anlayamaz ve anlamadığı için de yararlanamaz. Ben felsefeyi severim, fakat sistemleri sevmem. Çünkü tek gerçeğe dayanırlar. Kimi yeryüzü bilmecelerini Tanrı anahtarı ile açar, kimi monat diye direnir, kimi ateş-su-hava-toprak formülünü çıkarır, kimi madde diye işin içinden çıkar. Bu iddiaların her birinin gerçek payı elbette vardır. Ama payı vardır… Evren’in tek sebebe bağlanmayacak kadar karmaşık bir yapısı olduğuna inanıyorum; benim prensibim her olayı kendi kanunları içinde incelemektir. Ama bunu yaparken hiçbir zaman evreni ve insanı özden kaçırmam. Evrenle, insanla çatışan fikir yararlı olmaz.”(2)

Bütün bu izahlardan sonra Kemalizm’e bir ideoloji dememiz yanlış olmaz. Siyasal, hukuksal, bilimsel, felsefi, edebî, dinsel, ahlâki, estetik düşünceler bütünüdür Kemalizm, bu alanlarda “Evreni, insanı, deneyi, gözlemi, bilimi ve felsefeyi esas almak kaydıyla”, kendine özgü yorum ve tutumları vardır. Sözgelimi laiklik; Atatürk laikliği “din ve dünya işlerinin” ayrılmasıdır; sözgelimi ahlak anlayışı, ahlak eşittir din değildir Kemalist ideolojide, Atatürk Medeni Bilgiler kitabında milleti oluşturan ögelerden birinin “Ahlakî Karabet (yakınlık)”olduğunu belirtir ve şunları söyler: “Türk milletinin ortak görünen bir durumu daha vardır. Gerçekten dikkat edilecek olursa Türklerin aşağı yukarı hep ahlakları birbirine benzer. Bu yüksek ahlak, hiçbir milletin ahlakına benzemez. Ahlakın millet oluşunda yeri çok büyüktür, önemlidir. Bu önemi iyice anlamak için, ahlak hakkında birkaç söz söylemek çok olmaz. Ahlak dediğim zaman, ahlak kitaplarında yazılı olan öğütleri murat etmiyorum, zira ahlaklılık diye yaptığımız işler ve yapmaktan sakındığımız işler, kitaplarda yazılı olan ve birtakım ahlak hocalarının tavsiye ettikleri şeylerden daha evveldir ve o sözlerden, o öğütlerden ayrı olarak, onlara asla kulak vermeyerek insanlar tarafından yapılmaktadır. İş, kuramların hâkimi, âmiridir. Ahlak kurallarının nasıl yapılması gerekeceği, ahlaklılık olduğu anlaşılan işler görüldükten, denendikten sonra anlaşılır.

Bir iş her neye ait olursa olsun, insanın güç kullanmasını, yorulmasını gerektirir. İnsanlar, zorunlu olmadıkça kendilerini yormak istemezler. Oysa bazı işler vardır ki, kendiliğinden, insana, onu yapmak için içten gelen bir istek, bir eğilim ilham eder, o iş yaraşır bir istek olur. İşte ahlakî işler, aynı zamanda hem zorunlu ve hem de yaraşır istek olan işlerdir.

Bir işin ahlaki bir değeri olması, ayrı ayrı insanlardan daha yüce bir kaynaktan çıkmasıdır. O kaynak, toplumdur, millettir!

Gerçekten de, ahlaklılık, bireylerden ayrı ve bunların üstünde, ancak toplumsal, milli olabilir. Milletin toplumsal düzen ve sükûnu, bugün ve gelecekteki refahı, mutluluğu, esenliği ve dokunulmazlığı, uygarlığa ilerleyiş ve yükselmesi için insanlardan, her bağlamda ilgi, çaba, nefsin özgeciliği ve gerektiği zaman seve seve kendini fedasını talep eden milli ahlaktır. Mükemmel bir millete, milli ahlaklılığın gerekleri, o milletin bireyleri tarafından sanki vicdani bir güdü ve duyguyla yapılır. En büyük milli duygu, milli heyecan işte budur.

Millet analarının, millet babalarının, millet hocalarının ve millet büyüklerinin; evde, okulda, orduda, fabrikada, her yerde ve her işte millet çocuklarına, milletin her bireyine bıkmaksızın ve sürekli olarak verecekleri milli eğitimin amacı, işte bu yüksek milli duyguyu sağlamlaştırmak olmalıdır.


Ahlakın milli, toplumsal olduğunu söylemek ve kamu vicdanının bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlakın kutsal sıfatını tanımaktır. Ahlak kutsaldır, çünkü aynı değerde eşi yoktur ve başka hiçbir değerle ölçülemez. Ahlak kutsaldır çünkü en büyük ahlakî gerçeklik sahibi, bir yapıcıya dayanır. O yapıcı, yalnız ve ancak toplumdur. Ondan başka bir yapıcı yoktur. Tanrısallık, değiştirilmiş, simgesel bir biçimde düşünülmüş toplumda içkindir. Çünkü vicdanlarımız üzerinde etkili olan ruhsal hayat, toplumun bireyleri arasındaki iş ve tepkilerden oluşur. Gerçekten toplum, yoğun bir düşünsel ve ahlakî faaliyet odağıdır.”

Atatürk’ün Büyük Zafer’in ikinci yıldönümünde 30 Ağustos 1924 tarihinde Dumlupınar’da Şehit Asker Anıtı’nın açılışında yaptığı konuşma da bir ideolojik metindir bize göre. Bu konuşmanın bir bölümünü günümüz Türkçesi’ne çevirerek sunalım:

“Efendiler, milletimizin hedefi, ülküsü, bütün cihanda tam anlamıyla uygar bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her ulusun varlığı, değeri, özgürlük hakkı ve bağımsızlığı, malik olduğu ve yapacağı uygarlık eserleri ile bağlantılıdır. Uygarlık eserleri meydana getirmek yeteneğinden yoksun olan uluslar, özgürlük ve bağımsızlıklarını yitirmeye mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi, bu dediğimi bütünüyle onaylamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak yaşamsaldır. Bu yol üzerinde eğlenip kalanlar ya da bu yol üzerinde ileriye değil de geriye bakmak cehalet ve aymazlığında bulunanlar, dünya uygarlığının coşkun seli altında kalmaya mahkûmdurlar.

Efendiler, uygarlık yolunda başarı, yenilenmeye bağlıdır. Sosyal yaşamda, iktisadi alanda, bilim ve fen alanında başarılı olmak için biricik gelişme ve ilerleme yolu budur. Yaşamda geçime egemen olan yargıların, geliştirilmesi ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, tekniğin harikaları, cihanı değişimden değişime soktuğu bir devirde, asırlık köhne anlayışlarla, geçmişi ululayan tutumlarla, varlığı korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken, şunu da kesinlikle vurgulamalıyım ki, uygarlığın esası ilerleme ve gücün temeli aile yaşamıdır. Bu yaşamda fenalık, kesinlikle sosyal, ekonomik, siyasi acze yol açar. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların hukuksal hak ve kazanımlara sahip olmaları, aile görevlerini başarmalarında gereklidir.”(3)


İşte Atatürk’ün bu dedikleri önemli bir ideolojik bileşenlerdir. Başka bileşenler de vardır, kadın hakları, kadın-erkek eşitliği sözgelimi, egemenliğin millete ait olması, yurttaşlık bilinci, dil, edebiyat ve tarihe verilen büyük önem gibi…

(Yazarın yakında çıkacak olan Kemalist Türkçülük adlı kitap dosyasından)

1) İsmet Bozdağ-Atatürk’ün Evrensel Boyutları
2) İsmet Bozdağ-Atatürk’ün Evrensel Boyutları
3) Prof. Dr. Hikmet Özdemir - Ulusun Direnişinde Üniversitenin Rolü