“Kavga Günleri” Şair, yazar A.Yağmur Tunalı’nın 1968-1980 yılları arasında bizzat yaşadığı ve şâhidi olduğu olayları anlattığı hâtıra-deneme kitabının adıdır. (1)

“Kavga Günleri” Şair, yazar A.Yağmur Tunalı’nın 1968-1980 yılları arasında bizzat yaşadığı ve şâhidi olduğu olayları anlattığı hâtıra-deneme kitabının adıdır. (1)

Eserin ana konusu; 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’deki büyük kavgadır. Bu kavgadaki taraflar; ülkücüler ile komünistlerdir. Komünist, Marksist soldan o dönemi anlatan tek yanlı roman, hikâye, tiyatro,  biyografi, deneme gibi çeşitli tarzlarda kitaplar yazılmasın rağmen,  ülkücülerin o zor yıllarda yaşadıklarını ortaya koyan çok az eser vardır. Yağmur Tunalı ilk defa, bu eserinde ülkücü cenâhtan biri olarak o dönemi anlatmakla kalmıyor, hâtıralarına eklediği analizlerle, geçmişten günümüze Türk Milliyetçi hareketinin bir öz eleştirisini de yapıyor.

O yıllarda şiddete başvuran komünistler, Türkiye’yi bir Demirperde ülkesi yapıp, Sovyetlerin bir peyki haline getirmek isterken,  ülkücüler buna karşı çıkıyordu. Tunalı,  12 Eylül öncesi komünistlerin Türkiye’yi ele geçirmek için çok uğraştıklarını, bu istilâ teşebbüsünü ülkücülerin göğüslerini siper ederek durdurduklarını ifade ederek, o yıllarda Türkiye’nin manzarasını şöyle çiziyor;

“ … Türkiye’de devam eden ikili bir mücadele vardı. Taraflar belliydi; Komünistler ve ülkücüler. Sonucun başarısızlığından da söz edilemez. Türk milliyetçileri, esas itibariyle başarmışlardır. Türk milleti komünizmi benimsemediyse veya istila püskürtülmüşse, bunu sağlayan ne devlet adına konuştuğunu vehmeden bâzılarının mensub olduğu zümreler, ne de şimdi ortalıkta kos kos kabaran ve o günlerde köşe bucak saklananlardır. Bu şeref Milliyetçi Hareket’e aittir.” (s.326)

Tunalı, o dönemde terörü başlatan Marksist solun her türlü şiddete başvurduğunu, bunların ülkücü gençleri okullara sokmadığını, ülkücülerin ancak sonraları kendilerini savunmak için harekete geçtiklerini ve sahneye çıktıklarını şöyle anlatıyor;

“Bu olayları ülkücüler başlatmamıştır. Ülkücüler, bu kavgalarda reaksiyonerdir. Ülkeyi komünizm tehlikesine karşı koruma refleksiyle hareket etmişlerdir ve çok sonra sahneye çıkmışlardır. İmparatorluk dönemlerimizde Türkçülüğün en sonra ortaya çıkmasına benzer bir durumdur. (s.249)

Sovyetlerin 90’lı yıllarda çöküşü, milliyetçilerin, ülkücülerin komünizm konusunda söylediklerinde haklı olduğunu gösterdi. Ancak bu târihî olay bile Türkiye’de yapılan değerlendirmelerde dikkate alınmadı. Bugün bile ülkücülere insafsız suçlamalar yapılıyor. Tunalı; bu durumu Türkiye’nin ve ülkücülerin bahtsızlığı olarak görüyor ve şunları ekliyor;

”Ülkücülerin nefis müdâfaası, memleketin nefis müdâfaası idi. Kabaca bir bakışla bunu görmek mümkündür. Bu fedakâr gençliğin hakkı yenmiştir, yenmektedir. Bu konuyu ısrarla söylemek ihtiyâcındayım: Bizim o dönemimizi objektif araştırıcılar eliyle tanıma ve tanıtma imkânımız olmadı. Taraf olanların yazdıklarıyla, sâdece bir taraf suçlandı, öbür taraf yüceltildi. (s.153)

“Her dedikleri yanlış, gittikleri yol çıkmaz olanlar, ne utanıyorlar, ne sıkılıyorlar. Özür dilemek akıllarından bile geçmiyor. Bununla da kalmayarak milliyetçileri suçlamakta devam ediyorlar. İşte bu pişkinliği ve aymazlığı anlamıyorum.

Marksistlerimiz ve solcularımız, geçmişlerini unutmuyorlar. Bu sâdece bir hatırlama olsa mesele yoktur. Dâvâ güdüyorlar, aynı husûmeti devam ettiriyorlar, en fenâsı karşılarına çıkan milliyetçileri kamuoyu önünde mahkûm etmek istiyorlar.” (s.341)

Yağmur Tunalı, Kayseri’de 13-14 yaşlarında yatılı okul öğrencisi iken, esir Türklerle ilgili gördüğü bir konferans afişinden sonra ülkücü olur. Hayatının daha sonraki şehirlerinde Erzurum ve Ankara’da, şâir ruhunun tesiriyle, dâvânın daha ziyade konusu kültür- sanat olan projeleriyle ilgilenir. Bu projelerin çoğu maddî imkânsızlık, yöneticilerin kültür ve sanat konularına ilgi duymayışları sebebiyle yarıda kalır veya ortadan kaldırılır. Tunalı haklı olarak, sanat ve kültüre gerektiği değeri vermeyen, kaba saba, şehirleşmeyen, dünyayı anlamayan ve kendini dünyaya anlatamayan, ince bir üslûba kavuşamayan bir dâvânın eksik kalacağını ve başarıya ulaşmasının zor olacağını şöyle ifade ediyor;

“Bizim milliyetçiliğimiz, kültür milliyetçiliğidir. Dün, özellikle görünür hâldeydi. Bu bir slogan değildi, değildir. Bizim gençlik yıllarımızda, bu tarafımız ihmâl edilmiştir. Bunu açıkça kabûl eder ve söyleriz. Aksayan taraflarımızın temelinde de, bu eksikliğin olduğunu tesbît ederiz. Biz, sâdece insan denen çok bilinmeyenli varlığın, ihtirasları, kıskançlıkları, zaafları, meziyetleri dolaysıyla tökezlemedik. Edebiyat ve sanatın değerini bilen bir kitle olsaydı, insandan kaynaklanan bu kusurların mahzurları en aza inerdi. Çünkü birimizin şu veyâ bu sebeple devre dışı bırakıldığı noktada, aynı vasıfta başka insan/lar devreye girer ve işi/durumu kurtarabilirdi.” (s.233)

Tunalı, 80 öncesi ve günümüzdeki milliyetçilerle, bir önceki milliyetçi neslin farklı profillerde olduğuna işaret ediyor;

“Bizden önceki milliyetçiler, ya şairdiler, ya romancı-hikâyeci idiler, ya müzisyendiler, ya klâsik Türk sanatlarının son temsilcileri olarak ölüm-kalım mücadelesinin tarafıydılar veya memleketin en büyük âlimiydiler… Batıyı ve doğuyu bilen insanlardı. Türkiye’nin en yüksek entellektüelleriydiler. Milliyetçiliği temsil eden onlardı. Onların fikirleriyle beslenen büyük kitle de, en azından kültür ve sanat konularını amatörce bilirlerdi.” (s.211)

“Biz 1970‘li yılların ülkücü denen milliyetçileri, hemen her yıl çoraklaşan bir hayâtın insanları oluyor, can verdiğimiz dâvânın bilgisinden, görgüsünden olduğu kadar rûhundan da uzaklaşarak vuruşuyorduk.” (s.212)

Tunalı, eserinin  “Geride kalan ve geriye kalan “başlıklı bölümünü, günümüz milliyetçilerinin durumuna ayırıyor.  Yazar,12 Eylül’den sonra milliyetçiliği suyu çekilen bir denize benzeterek, son otuz yılda milliyetçilerin başka grup ve akımlarca devşirildiğini çeşitli örneklerle gösteriyor. Tunalı, Bu devşirme hareketinin 1980 öncesinde “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın“ sloganı altında, Menzil’e akın akın gidenlerle başladığını ve bundan kimlerin faydalandığını şöyle anlatıyor;

“Artık hareketin yörüngesi değişiyordu. Hanefi-Mâtüridi çizgisindeki bin yıllık Türk inanışının yerini Şafiî-Eş’ ari çizgisindeki yeni şekillenme alıyordu.” Bu gidişin Erbakan Hoca’ya yarayacağını çok söylediğimi hatırlıyorum. Bu kadarını anlatmıştım. Doğuda şekillenen din anlayışlarının, Cumhuriyet’te yaptığımız dîni dışlama neticesini veren hatâlar dolayısıyla doğan boşluğu doldurmakta olduğunu da görüyordum. (s.200)

“Biz inanç insanlarıydık. İnancımızın rengi tekleşiyordu. Türklük üzerinden konuşma, yürüme ve inanma, yerini neredeyse yalnızca dîne bırakıyordu ve bu din yaşama pratikleri bakımından yeni ve hatta “oluşma devresinde”ydi.Başka bir söyleyişle milliyeti yapan unsurlardan din dışındakiler geri plâna itiliyor,giderek de zor telâffuz edilir hâle geliyordu. Müslümanlığı çok kâvi olan Türk milliyetçileri, nedense yeniden Müslüman olur gibi davranmaya başlıyorlardı.” “Bir kere daha, kültürsüzlük ve sanatsızlık, en mukaddes duyguların başka yönlere çekilmesine yol açıyordu.” (s.240)

Tunalı, “müslümancı” diye adlandırdığı, 12 Eylül öncesinde kavgaya katılmayan din üzerinden konuşan kesimi, özellikle Erbakan hareketini savaştan sonra ortaya çıkan harı zenginlerine benzetiyor;

“12 Eylül’e geliş yollarında kırılan ve dökülenler arasında din üzerinden konuşan kesimler yoktur. 12 Eylül’de kenardadırlar. Karışmamayı tercih ettikleri bu kavgadan nemâlanmışlardır, nemâlanmaktadırlar. Bu durumda ister istemez, İstanbul’da “ harb zenginleri”nin türediği cihan savaş yıllarını hatırlayanlar olacaktır.” (s.350)

Tunalı, Erbakan’ın temsil ettiği hareketin Cumhuriyetin ilk 26 yılında din eğitiminin yapılmayışı nedeniyle, bir tepki olarak 1950’lerden sonra âdeta yeni bir din anlayışıyla ortaya çıktığını şöyle belirtiyor;

“Cumhuriyet’in ilk 26 yılında din, cehalete tam olarak teslim edilmiştir. Sonra da kolayca toparlanamamış ve bugüne bin yıllık Türk Müslümanlığının belli belirsiz izleri gelebilmiştir. Çünkü, son elli yılda, yeni din anlayışı, âdeta yeni Müslüman oluyormuşuz gibi, yeni bir dini anlatır gibi inanılmaz hızla yayılmıştır. “(s.62)

“Erbakan’ın yeni bir din ve yeni bir hayat kurma yolundaki keskin tavrı memleketin en bozulmamış, en ücra köşelerinde bile karşılık bulur ve geleneğin bin yıllık saltanatına son verirken, bizi de dönüştürmeye başladı.” “…Bizde gelenek düşmanlığı sanıldığı gibi sâdece inkılâpçıların ve sol karakterli yapılanmaların işi değildir. Bizim “müsülmancı”larımız da geleneğe dost değillerdir. Geleneğe dost olmayanın târîhe dost olamayacağı da açıktır. Inkılâpçı ve sol eğilimlerin gelenek düşmanlığı, geniş halk kitlelerinde büyük direnişle karşılaştı. Tepeden inen inkılâp hamleleri, ancak entelektüel gelenekler üzerinde etkili oldu. Halk yaşayışına doğrudan etkisi, kıyaslanamayacak kadar azdı. Din üzerinden politika yapan yeni tip inkılâpçılar diyebileceğimiz grupların temsilcisi Erbakan oldu ve ayakta kalan gelenek unsurlarını kısa zamanda silip süpürdü.” (s.238)

Yağmur Tunalı, Erbakan’ın okulundan çıkmış günümüz  “Akp müsülmanlarının açılım çıkmazını şöyle değerlendiriyor;

“Bu devleti Türkler kurmuşlardır. Bu açık gerçeği,”Hayır öyle olmadı!”diyerek değiştirmeye kalkışmak, târihi değiştirmek demektir. Gerçeği katletmektir. Görüp, gösterilecek en büyük ve en yanlış toplum mühendisliğidir.

Bu kadar derin şüpheler doğuran propagandaların kaç nesilde yeşerdiğini düşünecek olursak, uzun bir uyku döneminden geçtiğimiz anlaşılır. Ortak kabuller arasında, Türk’ün devlet kuruculuğu ve hâkimiyetinin tartışılması, hiçbir müşterek bırakmayacak kadar tehlikeli bir gidişi ifâde eder.” (s.354)

Yağmur Tunalı, milliyetçi hareketin son otuz yılının değerlendirmesini yapıyor. “Nerede hatâ yaptık?” sorusuna cevap arıyor ve milliyetçilerin zaaflarını şöyle ortaya koyuyor;

“Nerede hatâ yaptık? Sorusunu hep berâber sorabilmenin ve ilk önce kendi kompartımanlarımızda en açık cevapları bularak, kamuoyuna bildirmeli, târihe yanlışları kat be kat artırarak nakleden kör bir inadlaşmanın tarafları olmaktan kurtulmalı değil miydik? (s.330)

Cehaletle hiçbir şey olmaz. Ama milliyetçilik hiç olmaz. Milleti ve milliyeti bilmeyenler hangi sloganı bağırırlarsa bağırsınlar o dâvâyı güdüyor olamazlar.(s.203)

“Hareketin zaafı, düşünme, tenkîd, farklı düşünme, şahsiyet farklılıklarını görme gözetme ve itiraz edebilme gibi değerlerin edinilmemesi dolayısıyla yıllarca devâm eden bu sürüklenişte görülmektedir.” (s.302)

“Tarihten kopuk bir hareketin milliyeti de dinide köksüzlüğe ve gerçek dışılığa mahkûmdur. Biz babalarımızla dedelerimizle varız.

“Evet, milliyetçilik, verdiği başlangıç duygusuna paralel birebir kültürel seviye kazandırmayı başaramadı. Hareketin kültür ve sanat mes’elelerindeki akıl almaz zayıflığı, kendisinden beklenen verimi çok düşürdü. Renkli, derinlikli, hangi konuda olursa olsun, bilgilerini yaşayan ve yaşatan, bir türlü inceltilmiş nesiller yetiştiremedi. Bu eksikliğini hiçbir zaman tam olarak anlamadı, anlayamadı.

En temiz, en fedâkâr genç insanları topladığı hâlde kaba saba imajından kurtulamayışının temelinde bu vardı.” (s.383)

Yağmur Tunalı sonsöz olarak şunları söylüyor;

“Evet, ben bir Türk milliyetçisiydim ve hâlâ bir Türk milliyetçisiyim.

12 Eylül öncesinde milliyetçiler tarafından destânî bir mücadele verilmiştir.

Büyük fedâkârlıklar, büyük sevdaların eseridir. Biz, bu milleti her türlü sevginin üstünde, her türlü bağlılığın ötesinde bir aşkla severdik. Üstünlükten bahsedilecekse, üstünlüğümüz öcelikle buradaydı. Aşkın karşılık beklemeden sevmek olduğunu çok sonra öğrendik. Bunu bilmezdik, düşünmezdik, ama tam aşık gibi yaşadık, kendiliğinden denecek kadar tabiî bir itilişle öyle davranırdık.” (s.363)

Yağmur Tunalı “Kavga Günleri”nde şâhidi olduğu zor yılları anlatıyor, milliyetçi hareketin kuvvetli olduğu yönlerini, yanlışları ve zaaflarını ortaya koyuyor.
Milliyetçilerin elinde geçmişin deneylerinden çıkan ışık ile geleceğin karanlığını aydınlatan bir başucu kitabı var.

Haziran / 2013

___________________________________________________________________________
1) Kavga Günleri, A.Yağmur Tunalı, Bilge Sanat Kültür, 1.Basım, Mart 2013, İstanbul