“Kafesin biri bir kuş aramaya çıktı” der Kafka… Kuş kafes aramaya çıkacak değil ya, çıksa çıksa kafes çıkar elbette, daha doğrusu kafesi birileri işe çıkarır; kuş kafessiz olur da, kafes kuşsuz olmaz… Fransız şair Jacques Prévert ise “Bir Kuşun Resmini Yapmak” adlı şiirinde, önce kafes resmi yapmayı önerir:
“Önce bir kafes resmi yaparsın/Kapısı açık bir kafes/Sonra kuş için /Bir şey çizersin içine/Sevimli bir şey/Yalın bir şey/Güzel bir şey/Yararlı bir şey/Sonra götürür bir ağaca/Asarsın bu resmi/Bir bahçede/Bir koruda/Ya da bir ormanda/Saklanır beklersin ağacın arkasında”
“Önce bir kafes resmi yaparsın/Kapısı açık bir kafes/Sonra kuş için /Bir şey çizersin içine/Sevimli bir şey/Yalın bir şey/Güzel bir şey/Yararlı bir şey/Sonra götürür bir ağaca/Asarsın bu resmi/Bir bahçede/Bir koruda/Ya da bir ormanda/Saklanır beklersin ağacın arkasında”
Peki ya sonra? Onu da diyor, hem de pek güzel diyor:
“Geleceği olup da geldi mi kuş /Çıt çıkarmak yok/Kafese girmesini beklersin/Girdi mi kafese fırçanla/Usulcacık kapısını kaparsın/Sonra kuşun bir tüyüne dokunayım demeden/Bütün kafes tellerini teker teker silersin/Yerine bir ağaç resmi yaparsın/Dallarının en güzeline kondurursun kuşu./Tabii ne yapraklarının yeşilini unutacaksın/Ne yellerin serinliğini/Ne de yaz sıcağındaki böcek seslerini/Otlar arasında./Sonra beklersin ötsün diye kuş/Ötmezse kötü/Resim kötü demektir/Öterse iyi olduğunun resmidir.”
Kuşun ötmesini dileyelim ve geçelim Yaşar Kemal’in “Kuşlar da Gitti” adlı romanına. Yaşar Kemal’in en ince (76 sayfa), en az bilinen fakat-bence- en güzel romanıdır. Bugün binalarla dolu olan Florya düzlüğünün yemyeşil olduğu günlerde, kuş sürüleri gelirmiş oralara, ufacık tefecik rengârenk kuşlar. Yaşar Kemal’in kaleminden aktarayım sonrasını:
“Florya düzlüğü Florya düzlüğü olduğundan beri, ta Bizans’tan, Osmanlı’dan bu yana bu küçücük kuşlar, nereden gelip nereye gidiyorlarsa, ekimden ta aralık sonuna kadar mekân tutarlar. Ve o günlerden bugünlere kadar da İstanbul şehrinin insanları bu kuşları türlü tuzaklarla yakalarlar. Yakalayıp Hıristiyansa kiliselerin, Yahudiyse sinagogların, Müslümansa camilerin önünde azat buzat, beni cennet kapısında gözet, satarlar. İstanbul şehrinin göğünü çok ucuza cennet karşılığı alınıp bırakılmış kuşlar doldurur. Özellikle kuşları alıp bırakmaya çocuklar meraklıdırlar. Haa bir de çok yaşlılar…”
Fakat sonra kuşlar ilgi görmez, azat buzat işi kesat olur… Ve olanlar da olur… Meraklısı alır okur bu romanı..
Biz kafesten çıkan mesajlara bakmaya devam edelim.
Kuş kafeslerinden başladık, hayvan kafeslerine geçelim buradan. Bu kafeslerin en tehlikeli yanı o kafese girmek değil, o kafese “alışmak ve orayı yuva bilmek”tir. Kafese alışanlar artık doğal ortamlarına uyum sağlayamazlar, av olurlar oralara dönseler de…
İnsanların kafesleri yok mu peki? Olmaz mı? Göğüs kafesimiz var öncelikle, mahpusluk kafesi var, pencere kafesleri var ve de kafamızdaki kafesler
Kafadakinden başlayalım. Naslara (dogmalara) göre düşünür kimi insanlar; oysa her nas bir beter kafes… Özgürce uçmalı düşünceler kafamızın gökkubbesinde de… Göğüs kafesimizde can kuşu durur, her nefes onun bir azatlık girişimidir aslında, nefesler bittiğinde o azat olacaktır.
Pencere kafesleri… Namus kafesleri güya… Yobaza göre tesettür emri, evin kapısı ve penceresini de kapsar… Kapsayınca da kafeslenir kapı pencere…Musahipzade Celal’in “Kafes Arkasında” adlı oyununu seyredenler bilirler bu tür kafesteki çelişkileri ve ilişkileri…
“Kahrolsun kafesler!” diyerek bitirelim mi?