Yıllarca işçi bayramı olarak kutlanılmak istenen 1 Mayıs’ın, emeğin bayramı olarak resmen tatil edilip kutlanmasının önünde hiçbir engel kalmamıştır. “Taksim’de neden kutlanmıyor, bu bir engel değil midir” diye sorulabilir. Kamu otoritesinin başta güvenlik olmak üzere, çeşitli sebeplerle bu tür büyük toplantı ve gösterileri belli alanlara yönlendirmesi veya böylesine büyük gösteriler için belirli mekânları tahsis etmesi, birçok demokratik ülkede görülen bir uygulamadır.
Zaten bu sene başta Türkiye’nin en büyük işçi sendikaları konfederasyonları Türk-İş ve Hak-İş başta olmak üzere birçok kuruluşun 1 Mayıs için başka şehirleri seçmesi de göstermiştir ki, emeğin bayramı sadece İstanbul’da, İstanbul’da da sadece Taksim’de kutlanılması şart olan bir bayram değildir. Emekçilerin toplandığı, bir araya geldiği veya yoğun olarak bulunduğu her şehirde, her mekânda kutlanabilir. Bir anlamda sorun, bayramın kutlandığı meydan değil hakkını vererek kutlanmasıdır.
Şiddet ve devrim
Peki, şimdiye kadar hakkı verilebildi mi? Buna her 1 Mayıs için evet demek doğru değildir. “Her şeyden önce başta 1977 olayları olmak üzere 1 Mayıslarda sahneye çıkan şiddet unsurları da göstermektedir ki 1 Mayıs bazı kimseler, bazı kurumlar ve bazı çevreler açısından demokratik sürecin engellenmesi yönünde bir fırsat olarak görülmüştür.”
Nasıl mı? Elbette öncelikle 1977 olaylarına bakmak gerekir. O yıllarda da tıpkı şimdi olduğu gibi maskeli ve maskesiz çeşitli şiddet unsurları, silahlı gruplar adeta neredeyse bütün bir yıl 1 Mayıs için hazırlık yapmış gibi sahneye çıkıp, ellerinden geleni esirgememekteydiler. Kendilerini alfabenin muhtelif harflerini bir araya getirip kısaltarak tanımlamakla kalmayan sol, sosyalist hatta komünist diye takdim eden bu grupların, ortada görülen elemanlarının işçi sınıfıyla bağı olamazdı çünkü Türkiye bir tarım toplumuydu ve köylülüğün egemen olduğu sosyal yapıda işçileşme süreci yeni yeni yaşanmaktaydı. Dolayısıyla organik bir sınıf hareketinden söz etmek zaten sosyolojik olarak anlamlı olmadığı gibi, sanayi ekonomisinin, üretim şeklinin örgütleri olan sendikalarla 1970’li yılların Türk sendikalarını mukayese etmek de gerçekçi değildir.
Türkiye’deki sol, sosyalist, komünist grupların, hatta gizli (o yıllarda merkezi Moskova’da olan) TKP de dahil, hepsi bir çeşit şiddet örgütü olarak kurulmuş ve şiddeti bir mücadele yöntemi olarak seçtiklerini “devrimci şiddet” diye kutsayarak ilan etmişlerdir. Öyle ki bu grupların aralarında, şiddet eylemi yapmak, cinayet işlemek hususunda yarışarak en devrimci olma konusunda ciddi bir rekabet yaşanmaktadır.
Savaş değil, demokrasi yolu
Bunların arasında, Savaş Yolu diye haftalık bir yayın çıkarıp, devrimci şiddeti yaygınlaştırmak için sayfalarında öldürülmesini istediklerinin, hedef gösterdiklerinin (o zaman bunlar genellikle ülkücüler olurdu) adreslerini ve isimlerini yazarak bir anlamda ölümü planlayarak, cinayet işlemeyi veya işletmeyi devrimcilik diye sunacak kadar insanlıktan uzaklaşmış bir zihniyet yaşamaktaydı. Rahmetli Mehmet Ali Aybar, Lenin’i onun sosyalizm anlayışını, örgütlenme modelini, yöntemini eleştirip, demokrasiyi benimsediğini açıklayınca, bu şiddet severler korosu ittifakla Aybar’a saldırmıştır.
Şiddeti bir yöntem olarak benimseyenler, Türkiye’nin demokratikleşmesini istemeyenlerin ya müttefikleri, iş ortakları olmuştur ya da onların çeşitli biçimlerde kullandıkları araçlar haline gelmişlerdir. Darbeler, müdahaleler, cuntalar tarihi zengin olan, demokrasi tarihi zayıf olan bu ülkede, 1 Mayısları şiddetin günü haline getirmek isteyen karanlık yüzlüler, demokrasiye karşı saldırının adamları olmuşlardır.
İşçi sınıfı geliştikçe, demokrasi bilinci güçlendikçe bu karanlıkların aydınlanacağını söylemek iyimserlik sayılır mı?