Ramazan, bir yaşam gökkuşağıdır kasabamızda. Kasabadaki her evde olduğu gibi bizim evimizde de bir ay öncesinden başlar, ramazan hazırlığı. Öncelikle ramazanın baş yiyecekleri olan hoşaflıklar, yarma, bulgur, az da olsa pirinç ve yağ stokları gözden geçirilir, tatlı malzemeleri tamamlanır.

Ramazan, bir yaşam gökkuşağıdır kasabamızda. Kasabadaki her evde olduğu gibi bizim evimizde de bir ay öncesinden başlar, ramazan hazırlığı. Öncelikle ramazanın baş yiyecekleri olan hoşaflıklar, yarma, bulgur, az da olsa pirinç ve yağ stokları gözden geçirilir, tatlı malzemeleri tamamlanır.

Ev tepeden tırnağa temizlenir, halılar kilimler silkelenir… Hatim okutacak evler, kuran okuyacak hafızla bağlantısını gerçekleştirir. Mahallede hatim okutacak evler kendi aralarında plânlama yaparak, hatim okuma saatlerini birbiriyle çakıştırmamaya özen gösterirler.

Ramazan’a sadece evler değil, kasabanın kendisi de hazırlanır. Camiler en küçük köşesine kadar temizlenir; ışıklarının, kandillerinin eksikleri giderilir. İftar ve imsak vakitlerini duyuracak “ramazan topu” kaledeki yerini alır. Kahvehaneler ramazan boyunca gündüz açılır ama servis yapılmaz, bir araya gelinerek bol şakalı sohbetler edilir. Gün boyunca sigara içemediği, açlığa dayanamadığı için sinirli olanların nasıl kızdırılacağına ilişkin tasarımlar yapılır. İftardan, özellikle de teravih namazından sonra yapılacaklar plânlanır. Kimi kahvehaneler tombala çektirir, kimileri küçük oyunlara izin verir. İftar sonrasından ta sahura değin kasaba bir yürek gibi pıt pıt atar durur. Sokaklar, evler, çarşı her yan kıpır kıpırdır.

Ramazan, kasabamızda bir şenliktir, gündüzüyle gecesiyle… Elbette bu şenliği tamamlayan, kasabanın ünlü kalesinden patlatılan ramazan topu ile çocukların elindeki “patpat”lardır...

Ne olursa olsun, Ramazan’ın tadını çocuklar çıkarırdı. Özellikle Ramazan akşamlarına doyum olmazdı. Çünkü başka günler en çok akşam namazına değin sokakta kalabilen çocuklar, Ramazan gecelerinde özgürdüler… Sokaklarda teravih bitinceye değin kalır ve gönüllerince eğlenirlerdi.

Ramazan gecelerinin özel oyunları vardı. “Arabi”, “Tugara gördüm”, “Bul eşeğimin çulunu” bunlardan aklımda kalanları. Hele ramazanın 15. günü… İşte o günün gecesi tüm kasabada Ramazan canlılığı artardı. Her mahallenin gençleri bir merdiven, kilim ve çullarla kendi devesini hazırlar, evlerden “onbeşilik” toplamaya çıkardı. Elbette gençlerin hazırladığı deve, uzun bir çocuk ordusuyla gezerdi. Evler de kendilerini bu onbeşi törenine hazırlardı. Çeşitli çerez ve şekerlemelerle “onbeşi çıkını” hazırlanırdı. Kapılarına gelerek onbeşilik isteyen topluluğa önce naz edilir, çocuklar da hep bir ağızdan maniyi patlatırdı:

“Elimi attım zırzıya
Zırza elimi gapmıya
Onbeşimi vermiyen
Gocasıynan yatmıya”


Çocukların manilerle süslenen bu yapmacık zorlamaları sonunda onbeşi çıkını onların torbasına doldurulurdu. Kimi evler topluluğa tepsiyle baklava ya da börek verir, gençler hemen kapının önünde o tepsileri tüketirlerdi. Mahalleler arasında “Kimin devesi daha güzel ve gerçekçi” yarışması yaşanırdı. Çocuklar için bir de akşam ezanı öncesi yaşantısı vardı.

Sokak arasında toplanarak gürültülü, şamatalı oyunlar oynanırdı. Oruçlu olanlar, olmayanlara üstünlük taslardı gizli gizli. Ama oruç tutmayanlar da en az onlar kadar coşkuludur. Hele “tekne orucu” tutanlar oruçluymuş gibi davranır, buna kendilerini de inandırırlardı. Tekne orucu tutanlar sahura kalkar, sahur yemeğini yer, yatarlar. Ertesi gün öğleye doğru acıktıkları için özellikle de ablaları onları teknenin altına, yiyecekleri ile birlikte sokardı. Çocuk orada bir güzel karnını doyurur çıkardı. Akşama kadar kaçamak su içmeler dışında oruçlu gibi davranırlardı. İşte bu orucun adı “tekne orucu”dur. Ana babalar küçük çocukları, sezdirmeden bu oruca özendirirlerdi. Böylece onları hem oruca alıştırır, hem de bedensel gelişimlerini zarara uğratmazlardı.

Çocukların akşam ezanı öncesi tehlikeli bir oyunları daha vardı: patpat… Eskiden jiletle tıraş olmayı sağlayan araçlar vardı. Bunların vidalı saplarından “patpat” yapardık. Sapın dip tarafına bir ip, bu ipin diğer ucuna bir çivi bağlardık. Çivinin ucunu da iyice köreltirdik. Akşam namazından önce birkaç kibritin ucundaki parlayıcı bölümleri dikkatle kazıyarak sapın vida oyuğuna doldurur, sıkıştırırdık. İpin ucundaki çiviyi buraya yerleştirir, heyecanla akşam ezanının okunmasını beklerdik. Bir ucu traş makinesinin sapına, diğeri çiviye bağlı ipin tam ortasından dengeli bir biçimde tutar, ezanın okunmasıyla birlikte çivinin başını hızla bir duvara vururduk. İçeride sıkışan kibrit eczası büyük bir gürültüyle patlardı. Ertesi güne kadar çocukların tartışma konusudur, kimin patpatı daha gürültülü patladı diye. Bu oyun sık sık kazalara da neden olabilirdi. Yoğun gürültü yapması için gereğinden çok kibrit eczası doldurulunca sap parçalanıp çevresine zarar verebilirdi. Bu tür olaylar az da olsa yaşanırdı. Ana babalar çocuklarını uyarır, ama engellemeye çalışmazlardı. Çünkü bu yaşananlar,

Ramazan kültürü gökkuşağının ayrı bir rengiydi… Sahur geceleri ayrı bir tattı herkes için; oruç tutan için de tutmayan için de Ramazanın nazar boncuğuydu. Sahur hazırlığı yatmadan önce yapılır; yenecekler, içecekler hazırlanırdı. Çocuklarla sahura kalkma pazarlıkları yapılırdı. Zaten evin gençleri çoğu kez sahura kadar dışarıda kalırlardı. Gençler sıralı olarak evlerde ya da mahalle odalarında toplanır, kendi aralarında eğlenirlerdi. Bir bölümü de sahura kadar kahvehanelerde oturur oyalanırlardı. Sahura önce evin kadınları kalkar, gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra evin erkekleri ve çocukları kaldırılırdı. Yoğun bir sessizlik içinde, uykulu gözlerle ve özellikle çocuklar acele acele yemeği yerdik. Yemekten sonra suyumuzu içer hemen yatardık. Elbette büyükler yemekten sonra yatmaz, yapacakları ibadetlere hazırlanırlardı. Aptes alır, namaz kılarlardı.

Erkekler çoğunlukla camiye gider, hem kuran dinler hem de sabah namazını kılar, şafakla birlikte eve dönerlerdi. Elbette sahur gecelerinin vaz geçilmezi davulcular ve manileridir. Kasabamızda her mahallenin bir davulcusu vardı. Davulcuların her biri ayrı bir tempoda çalardı. Uzaktan duyduğumuz davulun, hangi mahalleye ait olduğunu anlardık. Davulcular mahallenin büyüklüğüne göre hareket ederlerdi. Büyük mahallenin davulcuları, davul çalmaya daha erken başlardı. Daha hızlı çalar ve daha hızlı yürürlerdi. Hangi evin zor kalktığını bilir, o evlerin önünde daha gür çalar, işlerini manilerle süsler, manilerinde onları iğnelerlerdi. Onbeşi gecesi ve bayramın birinci günü “parsa” larını toplarlardı.

Çocuklar için Ramazanın en güzel bölümü bayram önceleridir. Yani “Şerefe” ve “Arefe” günleridir. O denli önemlidir ki, oruç tutmayan çocuklar bile o günlerde oruç tutmaya çalışırlardı. Bu nedenle de gizli oruç yemeler o günlerde artardı. Evlerde tüm bireyler Arefe günü yıkanırlardı. Erkekler o gün, iftardan sonra hamama gider, çocuklar evde yıkanırdı. Biz mızmızlanır, yıkanmak istemezdik. Ama büyüklerimiz “Arefe suyu dökmek” gerektiğini söyleyerek bizi yıkarlardı. Şerefe ve Arefe gününün bir özelliği daha vardı: bayramlıklar...

Kasabanın en yoksul evlerinin çocukları bile o günleri özlemle beklerlerdi. Çünkü o günlerde bayramlıklar alınacaktır. Giysiler, özellikle de ayakkabılar… Hem bu bayramlıklarımız bizim onayımızla alınırdı, bayramlıkları biz seçerdik. Gözümüz kulağımız büyüklerimizde olurdu, bizi ne zaman bayramlık almaya götürecekler diye. Babalarımız, kasıtlı olarak bayramlık almayı unutmuş gibi davranır, yüreğimizi ağzımıza getirirlerdi. Ama sonunda her-kese az ya da çok bayramlık bir şeyler alınırdı. Ayrıca, düşlerimizi süsleyen bir şey daha vardı o günlerde: bayram günü toplanacak bayramlıklar…

Bunların tümü bire bir evimizde de yaşanırdı. Bizde değişmeyen bir Ramazan geleneği de hatim okutmaktı. Evimize hep aynı hafız gelirdi. Belki değişmiştir ama ben hep onu anımsıyorum. Kendisi Karadeniz tarafından geliyordu. Orta yaşlı, hafif kilolu, temiz giyimli ve hayret; sakalsızdı! Sesi çok güzeldi.

Çok mistik ve davudi bir okuma tarzı vardı. O okuduğu zaman, uyuklayan kimse olmazdı. Hâlbuki izlediğim ev ve cami hatimlerinde kimilerinin uyukladığını çok görmüş ve şaşırmıştım. Evimizde hatim öğle ile ikindi arasında okunur ve yaklaşık bir saat sürerdi. Mahallenin hemen hemen tüm kadınları gelirdi. Herkes, ilk gün oturduğu yere otururdu. Kuran bilenler, ezberden okuyan hafıza yakın oturur, eğer yanlış okursa alçak sesle uyarırlardı. Bu düzeltmelerin çoğu kez ayrımına bile varılmazdı. Hatim biter bitmez önce hafız, ardından da dinleyenler sessizce dağılırlardı. Ramazandan bir gün önce başlayan hatim etkinliği, şerefe günü biterdi. O gün “hatim duası” alınır ve hafızın hakkı ödenirdi.

Bana ilginç gelen bir şey daha vardı, birçok kişi gün içinde belki de dört beş kez ayrı ayrı yerlerde hatim izlerlerdi. Bu kişilere anamla babam da dahildi. Evimizin bir geleneği de iftar gezintileriydi. Ramazan boyunca ya biz başkalarında iftara giderdik, ya da bir başkaları bize iftar yemeğine gelirdi. Hele onbeşi geceleri, habersiz olarak tanıdıklara gidilirdi. Böylece orada sunulanların çeşitliliğine göre, gelecek yıldaki rızkları ölçülürdü. Ne kadar çok yiyecekle karşılaşırlarsa, önümüzdeki yılın o kadar bollukla geçeceğini düşünürlerdi. Tüm aileler de buna göre davranır, onbeşi iftarlarında sofralarını olabildiğince zengin tutarlardı. Babamın bir huyu daha vardı; iftar vakti eve gelirken sokakta karşılaştığı gidecek yeri olmayanları iftara çağırmak…

Bunlar evin birer bireyi gibi karşılanır, ağırlanırdı. Ailemiz çok kalabalık olduğundan genellikle erkeklerle kadınlar ayrı ayrı yer sofralarında yemek yerdik. Getirilen beklenmedik konuk erkekse bizimle, kadın ise annemlerle birlikte yerdi. Yemek sonunda çaylar içilir ve kadın erkek teravih namazı için camiye gidilirdi.

İşte o an, benim özgürlük anımdı. Camiye gittiğim çok az olurdu. Ya arkadaşlarımla oynar, ya da kuytu bir köşedeki kahvehaneye gider tombalaya katılırdık. Ama bu kaçamaklarımız teravih namazıyla birlikte sona ererdi. Çünkü teravih namazı bittikten sonra evde olmamız gerekirdi.

Ortaokulda okuduğum yılların ramazan gecelerinde bu izin biz çocuklar için çok önemliydi. Büyüklerimiz bu kaçamakların ayrımındaydı. Ama kimi namazlara katıldığımızın da ayrımındaydılar. Elbette bu konuda küçük numaralarımız olurdu. Bu numaraların en çok kullanılanı, büyüklerimiz hangi camide namaz kılıyorsa oraya gitmek, özellikle de onlara görünmekti. Kimi zaman da tam teravih namazı dağılacakken caminin önüne gider, oradan çıkan cemaatin arasına katılırdık. Elbette camiden çıkan babalarımızla birlikte evlerimize dönerdik. Herkes bu oyundaki görevini hakkıyla yerine getirirdi.

Günümüzün ramazanlarıyla o ramazanları karşılaştırmak istemiyorum, bu karşılaştırmanın gerçekçi olacağına da inanmıyorum. Ama o ramazanları çok özlüyorum. Günümüz çocuklarının o kültüre yabancı kalmalarını da nedense içime sindiremiyorum!

Ağustos 2012