“Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı" (1) isimli kitabı 1999 yılı yaz tatilinde okudum. Hâtıra türündeki bu eserin yazarı, Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Prof. Ahmed Yüksel Özemre idi. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından, 1996 yılında birinciliğe lâyık görülen bu eser şöyle başlıyordu; "Üsküdar’da sahipleriyle ailem arasında hasbî bir dostluk ve muhabbetin mevcûd olduğu bir Attar dükkânı vardı. 3 yaşımdan îtibaren 53 sene boyunca bu attar dükkânının müdâvimi, sahiplerinin ise 3 nesil boyunca dostu oldum.”

“Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı" (1) isimli kitabı 1999 yılı yaz tatilinde okudum. Hâtıra türündeki bu eserin yazarı, Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve Türkiye Atom Enerjisi Kurumu eski başkanı Prof. Ahmed Yüksel Özemre idi. Türkiye Yazarlar Birliği tarafından, 1996 yılında birinciliğe lâyık görülen bu eser şöyle başlıyordu; "Üsküdar’da sahipleriyle ailem arasında hasbî bir dostluk ve muhabbetin mevcûd olduğu bir Attar dükkânı vardı. 3 yaşımdan îtibaren 53 sene boyunca bu attar dükkânının müdâvimi, sahiplerinin ise 3 nesil boyunca dostu oldum.”

Yazarın anlattığına göre; bu attar dükkânı, yalnız satılan malzeme ve mallar bakımından değil, buraya gelen gönül adamı ve büyük sanatçılar bakımından da dikkat çekici idi. Dükkâna devam edenler arasında son devrin büyük hattatlarından Necmeddin Okyay, edebiyatçı Prof. Abdülbâkî Gölpınarlı, Prof. Dr. Ali Alpaslan, Uğur Derman, Prof. Güngör Şatıroğlu, gazeteci müzisyen Nezih Uzel, neyzen Niyazi Sayın gibi isimler bulunmakta idi. Saim Düzgünman ve ondan sonra oğulları Ahmed ve Mustafa Düzgünman dükkânın sahipleri oldu.

Ahmet Yüksel Özemre “Mustafa Ağabey” dediği Mustafa Düzgünman’a hâtıralarında apayrı bir yer vermekte ve onun şahsiyetini, üstün ahlâkî özelliklerini, sanatını ve uğraştığı işleri şâhidi olduğu olaylarla anlatmaktadır.  

Ahmed Yüksel Özemre’nin Mustafa Düzgünman’la ilgili bazı hâtıralarını okurken, “Bu devirde böyle insanlar var mı?” diye düşündüm. Çünkü eserden hiç unutamadığım hikâye şöyle idi; Ahmed Yüksel Özemre ’nin ailesinden kendisine kalan, büyük dedesine Sultan Abdülmecit’ten hediye edilmiş 130-140 yıldır ailesinde bulunan çok değerli bir tesbihi vardı. Özemre, mali sıkıntı içinde olmasına rağmen, mâddî değeri yanında mânevî değeri de yüksek olan tesbihi satmaz. Onu değerinden anlayan, tesbih koleksiyoncusu Mustafa Düzgünman’a hediye etmek ister. Düzgünman; “Bu aile yâdigârı bir tesbih, kabul edemem” dese de, Özemre ısrar ederek tesbihi hediye eder. Ancak Mustafa Düzgünman, hayatının son döneminde oğlu Ali’ye bu tesbihin Özemre Ailesi’ne ait olduğunu, vefatından sonra Özemre ailesine geri verilmesini vasiyet eder.

Kitapta geçen başka bir hâtıra da şöyle idi; “Mustafa Düzgünman, kendisinden 50 kuruşluk çekilmiş karabiber almak isteyen tanımadığı bir müşterisine, bayatlayınca kokusunu kaybedeceğini hatırlatarak 25 kuruşluk vermeyi teklif edebiliyor, kasasına girecek paranın cazibesine kapılmıyordu.”

26,5 yıl boyunca Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdayi türbesinin türbedârlığını yapan Mustafa Düzgünman, büyük ahlâkî özellikleri yanında, şair, musikişinas, iyi bir fotoğrafçı, tesbih yapımcısı, klâsik cilt ve ebrûda zamanının en büyük isimlerinden biriydi. Denilebilir ki; unutulmaya yüz tutmuş bir Türk sanatı olan ebrû, 1940’lardan itibaren onun sayesinde dirildi. Klâsik Türk ebrûsunun son büyük üstadı hakkında okuduklarım bende Mustafa Düzgünman’ın şahsiyetine hayranlık ve ebrû sanatına karşı büyük bir ilgi uyandırdı.

“Ebrû san’atını nasıl öğrenebilirim?” diye düşünmeye başladığım o günlerde, Almanya’da öğretmenlik yaptığım Neuss - Dormagen’de Bayer Fabrikası’nın destekleyiciliğinde Türkiye’den gelen önemli bir sanatçı sergisinin açıldığını duydum. Üniversite öğretim üyesi Ömer Faruk Atabek’in minyatür, hat ve ebrû eserlerinden meydana gelen bu sergisini hayranlıkla gezdim. Güzel bir tesâdüfle sanatçı da oradaydı. Ömer Faruk Bey’e kendimi tanıttım. Hepsi birbirinden güzel eserlerinden dolayı tebrik ettim. Ömer Faruk Bey mütevazı bir insandı; serginin kapanış saatine kadar benimle sohbet etti. Kendisine; “Ebrûya ilgi duyduğumu, nasıl öğrenebileceğimi" sordum. Ömer Faruk Bey, ”Ankara’ya gelirseniz, ben size öğretirim.” dedi.  Bu teklife sevinçle teşekkür ettim ve zaten yılbaşında Ankara’ya gitme planım olduğunu söyledim. Bana telefon numarasını verdi ve ebrû malzemeleri alacağım yeri söyledi. Ömer Faruk Bey’e; iyi yolculuklar dileyerek veda ettim.

Almanya’da okulların kapandığı Noel Tatili’nin ilk günü Düsseldorf Hava Alanı’nda Türkiye’ye ye gitmek üzere uçağa bindiğimde, dağıtılan Türkiye gazetelerine bakarken Ömer Faruk Atabek’in vefat ettiğini yazan bir haberle irkildim. Hocanın kaybına Türkiye adına üzüldüm. Çünkü onun gibi mümtaz bir sanatçı kim bilir kaç yılda yetişebilecekti? Ben de ondan ebrû öğrenme imkânım kaybolduğu için hayıflandım.

Buna rağmen, Ankara’da olduğum günlerde Ömer Faruk Bey’in verdiği adrese uğrayarak ebrû malzemelerini almak istedim. Zafer Çarşısı’nda Murat Kitapevi ’nin sahibi Salih Elhan Bey’le tanışıp, onun da ebrucu olduğunu öğrendim. Kendisine Ömer Faruk Bey’le konuşmamı anlattım. Salih Elhan Bey; “Rahmetli Almanya’dan döndükten sonra sizin geleceğinizden bahsetti. İşlerinin yoğunluğu nedeniyle sizin ebrû dersini benim yapmamı istedi. Sizce de uygunsa ebru derslerini ben verebilirim" dedi. Ömer Faruk Bey, verdiği sözü unutmamış, benim ebrû öğrenmem için gerekli zemini hazırlamıştı. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Salih Elhan Bey’le çalışma günlerimizi kararlaştırdıktan sonra onun Keçiören’de oturduğu apartmandaki atölyesine gittim. Salih Elhan Bey, bana önce ebrû boyalarının ve kitrenin nasıl hazırlandığını gösterdi. Daha sonraki günlerde değişik ebrû teknikleri üzerinde çalışıp, ilk ebrûlarımı yaptım.  Bir kitapla başlayan ebrûya ilgi ve sevgim gerçeğe dönüşerek ebrûcu olma yolunda ilk adımlarımı attım.

Almanya’ya döndükten sonra evimin alt katında bir odayı ebrû atölyesi yaptım. Ebrû teknesinde çalışmak, renklerle uğraşmak, boya hazırlamak kalp rahatsızlığı geçirdiğim bu dönemde bana bir ilâç gibi geldi. Ebrû beni renkleri tanımaya itti. Bu amaçla kitaplar okudum. Ünlü Alman yazar ve düşünürü Goethe’nin Farbenlehre “Renk Teorisi” isimli kitabı bunlardan biriydi. Halk Yüksek Okulu’nda renk bilgisi kurslarına katıldım. Ancak ebrû, yalnız renkler dünyası değildi.

Farsça ebr “bulut” ve nispet eki –i ile ebri bulut gibi kelimesinden gelen ebrû; içine konan boyalar yüzünde kalacak şekilde kitre ile hazırlanmış bir suya kapatılıp kaldırılmak suretiyle kâğıt üzerine çıkan hâre, dalga, damar vb. süslere verilen isimdir.

Ebrû, diğer Türk-İslâm sanatları gibi İslâm’ın tevhid inancına yâni soyut bir Allah inancına dayanır. Buradan hareketle, İslâm sanatı soyut bir karakter kazanmış ve bu yönde gelişmiştir. Bu sanat anlayışında gerçeği olduğu gibi aktarma ve yansıtma yerine yorumlama öne çıkmıştır.

Büyük ebrû ustalarının bu sanatı İslâm tasavvufunun sembol ve mecazları açıklamaları da bize bu sanatımızın şifrelerini verir.

Ebrûda yapılan eserlerin tekliği, hiç bir eserin birbirine benzememesi yaradılışta tekrarın olmadığını hatırlatır.

Allah’ın bütün yarattıklarında bir denge vardır. Nasıl insan kanındaki maddelerin dengesi bozulunca hayat sona ererse, teknedeki kitre, boya ve öd ölçülerini tutturamadığımız zamanda ebrûnun ortaya çıkması mümkün değildir.

Ebrûcunun boyaları hazırlayıp kitreli suya atması ‚ irade-i cüzziye, yani ebrucunun iradesi ile bundan sonrası ise irade-i külliye ile yani Yaradan’ın iradesi ile açıklanır. Boyaya karıştırılan sığır ödü hayvandan elde edilir ve necaset olmasına rağmen, renklerin birbirine karışmamasına veya dibe çökmesine mâni olur, renklerin açılmasını sağlar. Bu da bize Allah’ın yarattığı hiçbir şeyin boşuna veya faydasız olmadığını gösterir. Su içerisine karıştırılan kitre geven bitkisinden elde edilir. Ebrucu hayvan, bitki ve topraktan alınan maddeleri kullanarak, ayrıca fırçalarını at kılından, saplarını rutubete dayanıklı olduğu için gül dalından yaparak‚ "eşref-i mahlûkat" (mahlûkatın şereflisi) olduğunu gösterir. “

Ebrûnun üzerine yapıldığı suyun hikmeti Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatılır;  Enbiya Suresi 30. ayette; "İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? İnanmıyorlar mı?” denilerek, hayatın hiçbir canlı yok iken sudan yaratıldığından bahsedilmektedir. Furkan Suresi, 54. ayette  "İnsanı sudan yaratarak soy sop veren O’dur. Rabbin her şeye kadirdir.” denilmektedir. (2)

Hz. Mevlâna ebrûdaki mucizeye şöyle işaret eder: “Su nakış tutmaz diyen buraya gelsin!”

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere; ebrû geçmiş yüzyıllarda kültürümüzün ürünü bir sanat idi . Günümüzde ise batıdan gelen tesirlerle diğer sanatlarımızda olduğu gibi; ebrû sanatımızda da yabancılaşma ve yozlaşma olmuştur. Gelenekten geleceğe giden ebrû san’atı için de hedefimiz Yahya Kemal’in Türk düşüncesine getirdiği “imtidat” kavramında saklıdır. Yâni, ebrû sanatının özü bozulmadan “devam ederek değişmesi, değişerek devam etmesi” gerekir.

Türk ebrûsu bir zincirin halkaları gibi ustadan çırağa öğretilerek günümüze gelmiştir. Orta Asya’dan gelen bu sanatının bildiğimiz ilk ustası 16.yüzyılın sonlarında Şebek, Ayasofya hâtibi Mehmet Efendi (Öl. Nisan 1773) Şeyh Sadık Efendi (Öl. Temmuz 1846) Hazerfen Edhem Efendi (1829-1904) Necmeddin Okyay (1883-1976) Mustafa Düzgünman (1920-1990)

Ebrûya ilgi duymama, bu sanatı öğrenmeme sebep ve yardımcı olan, ebrû yolculuğumdaki bütün o güzel insanlara ve bu sanatın onlara kadar gelmesini sağlayan yukarda isimlerini verdiğim zincirdeki büyük ustalara minnet, saygı, rahmet ve teşekkürlerimle…

Şubat 2013

Kaynakça:

1. Ahmed Yüksel Özemre, Üsküdar’da bir Attar Dükkânı, Kubbealtı Neşriyatı, 2. Baskı, İstanbul, 1997
2. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1983
3. Ebrû sanatı hakkında daha fazla bilgi almak ve ebrû galerimi görmek için; www.zekionsoz.com adresindeki siteme bakılabilir.