Mehmet Ulusoy’un Berfin Yayınları arasından çıkan bir araştırma-inceleme kitabının adıdır “Çürümenin Estetiği”
Yazar modernizmi doğuran tarihsel olaylarla koşulları anlatıyor ve irdeliyor öncelikle ve modernizmi bitirmek savıyla ortaya çıkan post modernizme getiriyor sözü. İşte tam burada yeni kavramlar sürüyor ortaya Ulusoy:
“Yeni Ortaçağ”, “Postkapitalizm”, “Endüstri Ötesi Toplum”… Ve anlatmaya başlıyor neler olup bittiğini:
-Ulusal ekonomilere karşı mafya ekonomileri yükseldi.
Yazar modernizmi doğuran tarihsel olaylarla koşulları anlatıyor ve irdeliyor öncelikle ve modernizmi bitirmek savıyla ortaya çıkan post modernizme getiriyor sözü. İşte tam burada yeni kavramlar sürüyor ortaya Ulusoy:
“Yeni Ortaçağ”, “Postkapitalizm”, “Endüstri Ötesi Toplum”… Ve anlatmaya başlıyor neler olup bittiğini:
-Ulusal ekonomilere karşı mafya ekonomileri yükseldi.
-ABD dolara dayalı haraç sistemi kurdu, buna karşılık dünya bir kapitalist nirvanaya kavuşma hayaline kapıldı.
-Sanatın sonu ilan edildi, çürüme başladı, Marks’tan Nietsche’ye geçiş başladı.
Peki hangi savlarla çıktı bu postmodernizm? İşte onlar:
Peki hangi savlarla çıktı bu postmodernizm? İşte onlar:
-Tarih anlamsızdır.
-Dünyanın büyüsü çözülmüştür.
-Gelecek diye bir şey yoktur.
-İdelolojilerin sonu gelmiştir.
Bu kafa şu çürümelere yol açtı:
-Louvre Müzesi, sonradan görme Arapların keyfi ve petro-dolar’la uğruna Dubai’ye taşındı.
-Cinsellik tüketim aracı oldu, eşcinsellik seks emekçiliği sayıldı, özgürlük olarak algılandı.
Mehmet Ulusoy, Batı kültürünü gerici ve devrimci olarak ikiye ayırıyor. Bu ayrım bizce de doğrudur, Batı tümden iyi, tümden kötü değildir.
Batıda bu bağlamda ortaya çıkan birçok düşün akımı ve edebî akımı da inceliyor yazarımız, bu incelemeden çıkarımlar yapıyor. Estetik modernizmi de anlatıyor bu arada.
Ve 378 sayfalık bu kitabın ileriki bölümlerinde “1980’lerden günümüze Türk Kültür ve Sanatında Postmodernist Dönüşüm ve Yabancılaşma” başlığını görüyoruz. Bu bölümde Hasan Bülent Kahraman adını görüyoruz en başta. Bu dönüşüm ve yabancılaşmanın en önemli ve kurnaz figürlerinden biri o çünkü. Başkaları da var: Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Perihan Mağden, Ahmet Ümit, Elif Şafak ve Nazlı Eray… Ulusoy, Eray’ın “Arzu Sapağında İnecek Var” adlı fantastik romanının “Zihin özürlü bir çocukta dahi inandırıcılık etkisi uyandıramayacağını” söylüyor.
Evet… Okunması gereken değerli bir inceleme… Salık veririm…
Felsefenin Matruşka Bebekleri
Bu Matruşka benzetmesi ve esprisini Türkiye gündemine ben soktum. Evet ben… 1992 yılında Azerbaycan gezimin izlenimlerini yazdım Ortadoğu Gazetesinde 10 gün. Azerbaycan’ın ünlü şairlerinden rahmetli dostum Fikret Sadık vermişti bu matruşka örneğini. Onun anlatımını aktardım bu yazı dizimde. Karabağ’da savaş vardı, Rusya’nın tutumu önem kazanıyordu. Dedi ki dostum Fikret Sadık “Cazim Bey, matruşka deyirler Rus bebekleri vardır. İçini açırsan bir bebek daha çıxır, onu da açırsan bir bebek daha, belece devam edir, sonunda balaca bir bebek qalır. Bu Rus’un siyaseti eyni beledi, matruşka siyaseti…”
Bunu yazdım, dillere düştü, orta malı oldu. Şimdi herkes kullanıyor. Kullanıyor ama sahibini ve kaynağını bilmiyor. O yazı dizisinin gazeteleri arşivimde, dileyene gösteririm. Benden önce bu matruşka esprisini yazan varsa çıkar ortaya, ben de özür dilerim.
Evet… Felsefeci akademisyen Süleyman Aydın’ın B Yayınları arasından yeni bir kitabı çıktı, adı “Felsefenin Matruşka Bebekleri”… Bu Matruşka izahatını da bu kitabın adından dolayı yaptım.
Peki bu akademisyen-yazar, felsefenin matruşka bebeklerini gerçekten bulmuş mu, açabilmiş mi sonuna dek?
Bence hayır, iş gelip din’e dayandığında, durmuş. Çünkü İlahiyat Fakültesi mezunu, çünkü İlahiyat Fakültelerinde öğretim üyeliği yapmış. Şu satırlar, yazarın dinsel inançları sorgulamaya cesaret edemediği, edilmesini de hoş görmediğini ortaya koyuyor:
“Dinsel inançlar, rasyonel ve duyusal gerekçelerle doğrulukları veya yanlışlıkları saptanabilecek türden kanılar değildirler. Dinsel inançların doğrulukları, bizzat peygamberlerin kendi açıklamalarına dayanır. Bu nedenle bir dinsel inanca sahip olma meselesi, ‘duyusal algılama’ veya ‘akıl yürütme’ soncunda bir kanıya ulaşma meselesi değil, tarihsel gerçekliği olan bir peygamberin Tanrı’dan ilahi vahiyler aldığına ve Tanrı’nın elçisi olduğuna kanıtsız ve gerekçesiz iman etme meselesidir.”
Süleyman Aydın’ın bu sözleri bizce felsefeci ve aydın sözleri/yaklaşımları/duruşları değildir. Bir politikacı ya da din adamı ağızları ve duruşlarıdır bunlar. Tam burada Afşar Timuçin’in o sözü aklıma geliyor önce: “İnancın altını beslemek din adamına, dinbilimciye yakışır ancak. İnancın altını kurcalamak da düşünürün işidir” ve sonra da bir başka felsefeci Örsan Kunter Öymen’in şu sözü: “Felsefe kendisini Tevrat'ın, İncil'in, Kur'an'ın ayetlerine sıkıştırmaz."
Evet, kutsal kitapların hüküm ve buyruklarının arasına sıkışmadan düşünürsünüz, kurcalarsınız inancın altını, kurcalatırsınız; buna karşın gene inanan inanır; ama siz en başta “kanıtsız ve gerekçesiz iman” derseniz, olmaz… Sayın Süleyman Aydın, muhtemelen beni tanımıyordur, sözlerime alınmasın, beni ve eserlerimi öğrensin, o zaman sözümüzün eri olduğumuzu görür.
Yazarın ateistlere ilişkin tanımlama ve algılaması da külliyen yanlış. Ateistler bazı adaletsizlik, haksızlık ve düzensizlikler yüzünden Tanrı’ya gücenmiş insanlarmışlar.
Hiç oldu mu, yapmayın Sayın Aydın? Böyle bir mantıkla bilim yapılır mı?
Neyse gelelim bu kitabın beğendiğim yanına. Kitabın sonunda harika bir öykü var. Bu öyküde yaşam dersi, başarı iletileri dolu. Sarıkamış ve Karaurgan’a götürüyor yazar bizi, bildiğim yöreler oralar, insanlar bildiğim insanlar. Çok sevdim bu öyküyü. Bu öykü hatırına okunur bu kitap.
Mehmet Ulusoy, Batı kültürünü gerici ve devrimci olarak ikiye ayırıyor. Bu ayrım bizce de doğrudur, Batı tümden iyi, tümden kötü değildir.
Batıda bu bağlamda ortaya çıkan birçok düşün akımı ve edebî akımı da inceliyor yazarımız, bu incelemeden çıkarımlar yapıyor. Estetik modernizmi de anlatıyor bu arada.
Ve 378 sayfalık bu kitabın ileriki bölümlerinde “1980’lerden günümüze Türk Kültür ve Sanatında Postmodernist Dönüşüm ve Yabancılaşma” başlığını görüyoruz. Bu bölümde Hasan Bülent Kahraman adını görüyoruz en başta. Bu dönüşüm ve yabancılaşmanın en önemli ve kurnaz figürlerinden biri o çünkü. Başkaları da var: Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Perihan Mağden, Ahmet Ümit, Elif Şafak ve Nazlı Eray… Ulusoy, Eray’ın “Arzu Sapağında İnecek Var” adlı fantastik romanının “Zihin özürlü bir çocukta dahi inandırıcılık etkisi uyandıramayacağını” söylüyor.
Evet… Okunması gereken değerli bir inceleme… Salık veririm…
Felsefenin Matruşka Bebekleri
Bu Matruşka benzetmesi ve esprisini Türkiye gündemine ben soktum. Evet ben… 1992 yılında Azerbaycan gezimin izlenimlerini yazdım Ortadoğu Gazetesinde 10 gün. Azerbaycan’ın ünlü şairlerinden rahmetli dostum Fikret Sadık vermişti bu matruşka örneğini. Onun anlatımını aktardım bu yazı dizimde. Karabağ’da savaş vardı, Rusya’nın tutumu önem kazanıyordu. Dedi ki dostum Fikret Sadık “Cazim Bey, matruşka deyirler Rus bebekleri vardır. İçini açırsan bir bebek daha çıxır, onu da açırsan bir bebek daha, belece devam edir, sonunda balaca bir bebek qalır. Bu Rus’un siyaseti eyni beledi, matruşka siyaseti…”
Bunu yazdım, dillere düştü, orta malı oldu. Şimdi herkes kullanıyor. Kullanıyor ama sahibini ve kaynağını bilmiyor. O yazı dizisinin gazeteleri arşivimde, dileyene gösteririm. Benden önce bu matruşka esprisini yazan varsa çıkar ortaya, ben de özür dilerim.
Evet… Felsefeci akademisyen Süleyman Aydın’ın B Yayınları arasından yeni bir kitabı çıktı, adı “Felsefenin Matruşka Bebekleri”… Bu Matruşka izahatını da bu kitabın adından dolayı yaptım.
Peki bu akademisyen-yazar, felsefenin matruşka bebeklerini gerçekten bulmuş mu, açabilmiş mi sonuna dek?
Bence hayır, iş gelip din’e dayandığında, durmuş. Çünkü İlahiyat Fakültesi mezunu, çünkü İlahiyat Fakültelerinde öğretim üyeliği yapmış. Şu satırlar, yazarın dinsel inançları sorgulamaya cesaret edemediği, edilmesini de hoş görmediğini ortaya koyuyor:
“Dinsel inançlar, rasyonel ve duyusal gerekçelerle doğrulukları veya yanlışlıkları saptanabilecek türden kanılar değildirler. Dinsel inançların doğrulukları, bizzat peygamberlerin kendi açıklamalarına dayanır. Bu nedenle bir dinsel inanca sahip olma meselesi, ‘duyusal algılama’ veya ‘akıl yürütme’ soncunda bir kanıya ulaşma meselesi değil, tarihsel gerçekliği olan bir peygamberin Tanrı’dan ilahi vahiyler aldığına ve Tanrı’nın elçisi olduğuna kanıtsız ve gerekçesiz iman etme meselesidir.”
Süleyman Aydın’ın bu sözleri bizce felsefeci ve aydın sözleri/yaklaşımları/duruşları değildir. Bir politikacı ya da din adamı ağızları ve duruşlarıdır bunlar. Tam burada Afşar Timuçin’in o sözü aklıma geliyor önce: “İnancın altını beslemek din adamına, dinbilimciye yakışır ancak. İnancın altını kurcalamak da düşünürün işidir” ve sonra da bir başka felsefeci Örsan Kunter Öymen’in şu sözü: “Felsefe kendisini Tevrat'ın, İncil'in, Kur'an'ın ayetlerine sıkıştırmaz."
Evet, kutsal kitapların hüküm ve buyruklarının arasına sıkışmadan düşünürsünüz, kurcalarsınız inancın altını, kurcalatırsınız; buna karşın gene inanan inanır; ama siz en başta “kanıtsız ve gerekçesiz iman” derseniz, olmaz… Sayın Süleyman Aydın, muhtemelen beni tanımıyordur, sözlerime alınmasın, beni ve eserlerimi öğrensin, o zaman sözümüzün eri olduğumuzu görür.
Yazarın ateistlere ilişkin tanımlama ve algılaması da külliyen yanlış. Ateistler bazı adaletsizlik, haksızlık ve düzensizlikler yüzünden Tanrı’ya gücenmiş insanlarmışlar.
Hiç oldu mu, yapmayın Sayın Aydın? Böyle bir mantıkla bilim yapılır mı?
Neyse gelelim bu kitabın beğendiğim yanına. Kitabın sonunda harika bir öykü var. Bu öyküde yaşam dersi, başarı iletileri dolu. Sarıkamış ve Karaurgan’a götürüyor yazar bizi, bildiğim yöreler oralar, insanlar bildiğim insanlar. Çok sevdim bu öyküyü. Bu öykü hatırına okunur bu kitap.