“Ölüler bile değişirler” Vedat Türkali
“Siz belki bilir, belki bilmezsiniz; aslında en çok yaşayanlar ölülerdir.” Attila İlhan
Neden aldım yazımın başına bu özdeyişleri? Çünkü Fransız yazar Alain Gillot’un “Bir Ada İcat etmek” adlı romanını okudum (Türkiye İş Bankası Yayınları).
Çünkü denizde yüzerken anneannesinin bir anlık dalgınlığı sonucu boğulan yedi yaşındaki oğullarının ölümünü kabullenemeyen bir anne ile babanın (özellikle babanın) yukarıya aldığım özdeyişlerdeki “ölülerin değişmesini”, “aslında en çok yaşayanların ölüler olduklarını” bu roman ayrıntılı olarak, edebi olarak yansıtıyor.
Baba, krematoryumda yakılıp külleri tabuta konulan oğlunun cenaze törenini şaşkınca izliyor, bir duygu gösterisi, gözyaşı yok. Anne daha dirençli ama o da görünüşte…
“Buraya kadar peşimizden gelenler çukurun çevresinde toplanmıştı. Sonra tabut geldi ve teşrifatçı Tom’a veda etmek istiyorsak biraz daha yaklaşmamızı rica etti. O anda bir adım geri çekildim ve mezara doğru harekete geçen Nora olduğu yere çakılı kaldı.
‘Gelmiyor musun?’
‘Hayır, ama sen git’
Cenaze evinde Tom’u görmek gerektiğinde hissettiğim çekinceyi hissediyordum yeniden. Önceden alınmış bir karar değildi aslında. Oğluma ne zaman istersem o zaman veda edecektim.”
Ve sonra, birkaç gün sonra, baba, küle döndüğünü bildiği oğlunu bir anda yanında görüyor, o hayali kovuyor ama gitmiyor oğlu, bırakmıyor onu, çünkü Çin’de çalışmakta olan babası pek çok önemli gününde onunla olmamıştır, onu bağrına basmamıştır.
Ve konuşurlar baba oğul karar verirler, yaşamadıkları her şeyi, bir adaya giderek orada yaşayacaklardır.
Anne mi? O başka yerlere başka işlere açılma kararındadır çekip gider. Gider ya sonra bir hastanenin psikiyatri servisinde tedavi görecektir uzun süre.
Baba oğula dönelim. Yaşamaya başlıyorlar orada bir evde, baba pişiriyor oğlunun sevdiği her yemeği, yiyorlar, adayı geziyorlar birlikte, yüzüyorlar. Arada bir kayboluyor Tom’un görüntüsü, işte o zaman baba çılgınlıklara başlıyor. Bu çılgınlıkların birinde, adanın bir yerinde ona yardımcı olan ve eşini yıllar önce yitirdiğini söyleyen bir olgun insan, serüvenini tam olarak bilmeden yol gösteriyor ona: “Ölülerimizle de ne istersek onu yapıyoruz” diyerek.
Gerçeğe sırtını dönmek, gözlerini kapatmak gibi alınmamalı bütün bunlar, ölüm de ölen de gerçektir çünkü. Ve ölülerimizi, yitirdiğimiz sevdiklerimizi unutmaya hakkımız yok; kimi anılarıyla yaşatır, kimi diliyle, kimi kalemiyle, kimi de bu roman kahramanının yaptığı gibi hayalini kendisi kabul ederek, bu kabul üstüne yaptığı kurgularla ölüsünü anar, avunur…
Alain Gilot’un akıcı ve sürükleyici bir anlatımı var, vereceği iletileri açık ama derinliğine veriyor. Gerçek, hayali aşıyor olsa da hayalin önemini ve değerini onun satırları hüzünle de olsa pek güzel anlatıyor. Sevgi ve aşkın da en arısı, gerçekçisi, yoğunu da var bu romanda.
2024 yılında okuduğum bu en güzel romanın sonlarından satırlar sunayım, ilginizi çekerse siz alıp okuyunuz.
Adadan, dilediği zaman gelip oğluyla buluşmak üzere ayrılıyor Baba, ada feribotuna yetişiyor ve sırrını öğrenmiş eşini bulup elini tutuyor ve sonrası:
“Feribot yola çıktı. Makineler tam gaz çalışıyordu ve güvertenin tabanlarımızın altında titrediğini hissediyorduk. Ben gerçekliğin anakarasına geri dönmüyor, onunla yüzleşmeyi kabul ediyordum. Tom’un ölümünden sonra o kadar korkmuştum ki kaçmak istemiştim ama beni artık daha az etkiliyordu. O hakikat değildi, hakikatin görünümlerinden sadece biriydi ve ben bir süredir başkalarını da tanımıştım. Küçük adam içimdeydi, dünya fazla karanlık olduğunda beni koruyacaktı. İki dünya arasında yaşayacaktım tam olarak, biri için diğerinden beslenecek ama her ikisini de bırakmayacaktım.”