Taner Akçam’ın önemli bir iddiası var: “Kurtuluş Savaşı, işgalcilere değil, azınlıklara karşı yapılmış.”

O iddia ile ilgili ayrıntı verelim önce:

“Türkiye’de bugünkü siyasi krizin ana nedenlerinden birisi ezbere bildiğimiz kuruluş-kurtuluş hikayesini toplumu bir arada tutmaya yetmemesidir. ‘Vatanı ve milleti bölmek isteyen iç ve dış güçlere karşı verilmiş bir yoktan var oluş savaşı’ olarak bildiğimiz bu hikâye kapsayıcı değildir, aksine bu hikâye bugünkü sorunların üstünü örtmektedir.

Üstünü örtüyor, çünkü bugün karşılaştığımız sorunların temelinin Kurtuluş-Kuruluş yıllarında atılmış olduğunu görmemizi engelliyor. Bugün ülke nüfusunun önemli bir kesimi kendi hikayesini Kuruluş hikayesinde göremiyor. Kurtuluş-Kuruluş hikayesi, bu ülke vatandaşlarının önemli bir kısmının dışlanması üzerine inşa ediliyor, anlatılıyor.

Hâlâ Kurtuluş savaşı ve Kuruluş yıllarını kahramanlık ve zafer hikayeleri olarak okuyor ve anlatıyoruz. Kendimizi o denli o yıllarla özdeşleştiriyoruz bugünümüze de bu kuruluş ve kurtuluş yıllarının gözlüğü ile bakıyoruz. Bugün de savaşın hala bitmemiş olduğunu düşünüyor ve kendimizi tarihin kahramanlarının kıyafetlerini giyerek tanımlıyoruz.

1968 sol kuşağı, verdikleri mücadeleyi ikinci kurtuluş savaşı olarak tanımladı ve kendilerini ikinci Kuvayı Milliyeciler olarak gördüler.

AKP 2000’li yıllarda işbaşına gelince, başta Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve ‘Ergenekoncu’lar olmak üzere, Aleviler dahil kendilerini laik olarak tanımlayan çevreler, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) karşı İkinci Kurtuluş Savaşı çağrısında bulundu ve Kuvayı Milliyeci olduklarını söylediler.

2013 Gezi olayları sonrası kendilerine Kuvayı Milliyeci demek sırası AKP çevrelerine gelmişti. Erdoğan bugün bile ekonomide Kurtuluş Savaşı verdiklerini söylüyor.

Türkiye’nin bugünkü temel problemlerinden birisi, Türklerin ve onların sağcı, solcu, dinci, laik fark etmez siyasi elitlerinin kurtuluş ve kuruluş savaşlarının bitmemiş olduğuna inanmalarıdır.

Bu bakış bugün için üç önemli ciddi sorun yaratıyor. 

Birincisi; solcusu da sağcısı da bugüne ve bugünün sorunlarına da hala kurtuluş-kuruluş savaşının zihniyet dünyasından bakıyorlar. Böylece, sadece kuruluş yıllarındaki dost ve düşman kategorileri bugüne aynen aktarılmıyor, bugünkü aktörler de aynı dost-düşman kategorileri ile değerlendiriliyor.

İkincisi, kurtuluş ve kuruluş savaşlarının bu ülkenin vatandaşlarına karşı verildiğini görmüyorlar. Düşman olarak tanımlanan Ermeniler, Rumlar, Pontuslular, özellikle Alevi Kürtler bu ülkenin vatandaşlarıydı. Kurtuluş ve Kuruluş savaşları bu ülkenin vatandaşına karşı verilmişti. Nevzat Onaran’ın son kitabının başlığı, ‘Devletin Dahili Harbi’ bu dönemi anlatan en özlü ifadedir.

Üçüncüsü, kurtuluş ve kuruluşun aynı zamanda bir yıkım ve katliamlar tarihi olduğu görülmüyor. Birinci Dünya Savaşındaki başta Ermeniler olmak üzere, Süryani ve Rumların imhasını bir kenara bırakmak isteseniz bile, 1918 sonrası katliamlardan kurtularak ana yurtlarına, topraklarına dönen ve İstanbul’daki Ermenilerle birlikte sayıları yarım milyonu aşan Ermeni ve Rumlara 1918-1923 yıllarında ne olduğu sorusunun cevabını vermemiz gerekiyor.

Yine bunun gibi 1921 Koçgiri, Pontus, 1925 Şeyh Sait, 1930 Ağrı-Zilan, 1934 Trakya-Yahudi ve 1938 Dersim bu kuruluş döneminin yıkımlarının sembolleridirler. Türklerin kahramanlık hikayesi olarak anlattığı hikâyenin, bu insanlar için bir yıkım ve acının hikayesi olduğunu göremezsek bu ülkede ne yüzleşmeyi ne de helalleşmeyi başarabiliriz.

Tarih boş bir çuvaldır. Ortasına neyi dikerseniz ona göre ayakta durur. Bugün, mevcut Kuruluş-Kurtuluş hikayesinin ortasında duran direk-çubuk egemenlik hakkıdır. İşgalci güçlere karşı çıkmak ve bağımsızlık isteyerek savaşmak bu hikâyenin ana direğidir.

Oysa bu direk eksiktir. Çünkü bugün en temel sorunumuz eşitsizlik ve adaletsizliktir ve eşitsizlik ve adaletsizlik kuruluş ve kurtuluşa içseldir.

Bugün, Kurtuluş-Kuruluşa içsel, yapısal sorunlarla uğraşıyoruz ve bu nedenle, bilinen kurtuluş-kuruluş hikayesi üzerine düşünmek ve yeni bir kuruluş-kurtuluş hikayesinin ne olması, nasıl olması gerektiği üzerine konuşmaya başlamak zorundayız. Kurtuluş-Kuruluş hikayesine, dışlanan, acı çeken, yok sayılan kesimlerin hikayeleri de entegre edilmek zorundadır.

Bunun için de tarihimizi, ‘eşitlik ve adalet’ çubuğu etrafında yeniden okumamız, buna uygun yeni bir hikâye anlatmamız gerekiyor. ‘Eşitlik ve adalet’ direği etrafında tarihi okuyamazsak, bugünü ve yarını eşitlik ve adalet üzerine kuramayız. Yani, tarih üzerine konuşmak geçmiş üzerine konuşmak değil, bugünümüz ve geleceğimiz üzerine konuşmaktır.” (1)

Birbiri ile çelişen bir yığın tutarsız ve dayanaksız söz yığını…  “Düşman olarak tanımlanan Ermeniler, Rumlar, Pontuslular, özellikle Alevi Kürtler bu ülkenin vatandaşlarıydı. Kurtuluş ve Kuruluş savaşları bu ülkenin vatandaşına karşı verilmişti.”

Bunların hiçbirisi durduk yerde düşman ilan edilmedi. Bu ülkeyi dış unsurlarla işbirliği de yaparak yıkmak, parçalamak isteyen ve bu uğurda silaha sarılan herkesle, her devlet ve her ülke savaşır. Koçgiri isyanı niye çıktı? Ülkeyi kurtarmak için Batı’da canla başla bir mücadele veriliyor, sen burada isyan ediyorsun, ne adına ve niye? Elbette bastırılır diğer isyanlar gibi. Önce ülke gerek ülke!

Ve rakamlar da Taner Akçam’ı yalanlıyor: “Meclis açıldığında, Türkiye'de 200 bin kişilik istila ordusu bulunuyordu. 38 bin İngiliz, 59 bin Fransız, 18 bin İtalyan, 90 bin Yunan askeri; güneyde 10 bin silahlı Ermeni, kuzeyde 25 bin Pontusçu Rum vardı. Bu sayılara, doğudaki Ermeni ordusu, Batı Anadolu'daki Rum, Ermeni çeteleri ile işgalcilerle birlikte hareket eden Kuvay-ı İnzibatiye, Anzavur Kuvveti ve isyancılar dâhil değildir.” (2)

İşte sayılar bunlar… Ülke işgalde be! Düşman güçleri sarmış her yanı. “Azınlıklara karşı kurutuluş savaşı” bunun neresinde? 

Ve yukarıda bulunmayan başka iddiaları Taner Akçam’ın: Mondros Mütarekesi sonrasında kurulan ilk beş direniş derneğinin üçü Ermeni, ikisi de Rum azınlıklara karşı kurulmuşmuş. Başka? Atatürk, 8 Temmuz 1919’da Erzurum’da askerlik görevinden istifa ederken demiş ki İstanbul Hükümetine: “Mübarek vatan ve milleti parçalamak tehlikesinden kurtarmak, Yunan ve Ermeni amaline kurban etmemek için açılan milli mücadele uğrunda milletle beraber serbest surette çalışmaya resmi ve askeri sıfatım artık mâni olmaya başladı.” Atatürk öyle diyor çünkü ona verilen müfettişlik görevi, Karadeniz bölgesinde Rum çetecilerle mücadele eden Türk çetelerini durdurmaktı. O geldi tam tersini, yani doğrusunu yaptı. Atatürk’ün bu sözlerinden azınlık düşmanlığı çıkarmak haince bir tutum ve girişimdir. Atatürk, ülkeyi kurtarmak için ne gerekiyorsa onu yapmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın azınlıklara karşı yapıldığını iddia etmek ya tarih cahili olmaktır ya da kötü niyetli olmaktır.

Ve şu Şeyh Sait İsyanı… Yukarıda o isyanın da adı geçiyor… Sanki durduk yerde “Kemalist Diktatörlük (!)” Şeyh Sait diye masum bir din büyüğünü asmış.

Hayır öyle değil! 

1923'te cumhuriyeti kurmuşsun, 1925'te cumhuriyeti yıkmak için, Kurtuluş Savaşına katılmamış, zerre kadar destek olmamış Şeyh Sait adlı birisinin önderliğinde, şeriat adına bir ayaklanma oluyor Doğu illerimizde. Ne yaparsın? O ateşi söndürmeye bakarsın. O ateşi ne söndürecekse onu araç olarak kullanırsın.

Ve bazı girişimleri de askıya alırsın. Onların başında da yerel yönetimler yasası gelir. Atatürk'e İzmit'te sormuşlardır Kürtler hakkında neler düşündüğünü. Kürtlük adına bir sınır çekmenin mümkün olmadığını belirtmiş, sonra da çıkaracakları yerel yönetim yasasında illere özerk yönetme hakları vereceklerini, Kürtlerin de bu yasa ve haklar çerçevesinde kendi kendilerini demokratik yöntemlerle yöneteceğini söylemişti. Kürt isyanları çıkınca bu yasa rafa kaldırıldı.

Peki bir soru: Atatürk bugün olsaydı, Kürt sorununu salt bir askeri sorun olarak mı görürdü, yoksa onları anlamaya çalışıp, ülke bütünlüğünü bozmayacak biçimde, devrimci iyileştirmelere mi giderdi?

Herkes bu sorumun yanıtını düşünsün, derinden düşünsün, korkmadan düşünsün hele!...

Ve yeni direkler vurmak cumhuriyete… “Eşitlik ve adalet” direkleri… Tabii ki vurulur, yanlışlarla yüzleşilir, yüzleşilmeli… Halkların hırlaşmasından değil kardeşliğinden yarar vardır bu ülkeye. İnsan hakları, hukuk, düşünce özgürlüğü ve düşünceyi açıklama özgürlüğü, demokrasi… Bunlar, bu direkler elbette iyi gelir, yakışır cumhuriyete. Ama bunu yapmak için Kurtuluş Savaşı’na iftira etmek ve azınlıklara karşı yapıldı demek gerekmez.

1) https://m.bianet.org/bianet/siyaset/254390-kurtulus-savasi-ve-kurulus-yillari-ile-yuzlesme-helallesme-iliskisi
2) Naim Babüroğlu- Yeniçağ Gazetesi 24.04.2022/Verdiiği kaynaklar: İbrahim Artuç, Kurtuluş Savaşı'nın Zorlu Yılları, 1988, s.35; Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, 1995, s.3.