Çokluk içinde birlik ülküsünü eski tabirle ifade edecek olursak ‘kesrette vahdet olmak’ demektir. Fakat gel gör ki birtakım çevreler, Müslümanların düşünce hürriyeti ve çoğulculuktan yana tavır alamayacağı zannına kapılıyorlar hâlâ. Malumunuz bir zamanlar İslâm’ı sosyal hayattan kovmak isteyenlerin bu ön yargı beyanları inananlar üzerinde ister istemez psikolojik baskı oluşturabiliyordu. Üstelik bu karanlık çevreler, gelecekte Türk siyasetini belirlemek adına mesnetsiz iddialarla gündemi kendi lehlerine çevirme cihetine gidebiliyordu. Oysa hiçbir siyasi düşünce toplumu göz ardı ederekten politika belirleyemez. Kaldı ki perde arkasında toplumun kuyusunu kazma devirleri, çok gerilerde kaldı. Artık gün kraldan çok kral geçinenlerin günü değildir, hele çok şükür milli sivil inisiyatifin ayak seslerinin duyulduğu günlerdeyiz. Şükrettikçe de ister istemez asrısaadeti hatırlarız hep. Sanki o yüce sahabenin hayatında yaşanan bir benzer deneyimin eşiğine geldiğimizin hissine kapılırız da.

Evet, artık çağımızda toplumla yüz yüze, el ele, gönül gönüle bağ kurmayı başaran siyasetçiler itibar kazanabiliyor. Öyle ki, toplumu göz ardı edip hep kendi bildiği doğrultuda ısrar eden ve tepeden dayatmacı yol takip eden siyasilerin gelecekte ayakta kalması pek mümkün gözükmüyor. Çünkü yerli sivil insiyatifin ayak sesleri iyiden iyiye kendini hissettirmiş gözüküyor. Derken kitlelerle beraber hareket edilen çağa doğru ilerlediğimizin farkına varıyoruz. Hatta fark etmenin ötesinde insanlar artık kendilerini oy deposu olarak görmüyor, bilakis kendilerini yönetimde inandığı başkanla birlikte söz sahibi olarak görüyor. Dahası toplum taşın altına elini koyma isteğinin yanı sıra yönetimde inandığı başkanıyla yekvücut olup bende varım deme iradesini beyan ediyor.

Şurası muhakkak, ülkemizin üzerini kaplayan kara sis bulutları bir bir kalktıkça çokluk içinde birlik tutkusuyla hemhal olmuş katılımcı anlayış yurdun dört bir yanına yayılıp, vesayetçi zihniyeti sorgular konuma gelebiliyor da. Gerek sanayi kesimi, gerek işçi kesimi, gerekse yerli sivil toplum kanaat önderleri yönetimde ağırlığını hissettiriyorlar da. Her şeyden önemlisi seçim meydanlarında arka arkaya sıralanan hayali vaatler toplum nezdinde inandırıcılığını pek yitirmiş gözüküyor, hatta halk gerektiğinde siyasilerden verdiği oyun hesabını sorgulayıp denetliyor da. Malum, 2002 öncesi işbaşına gelmiş bir kısım siyasiler, seçim dönemlerinde sözde çiftçiyi düşünerekten bir takım ürünlere enflasyonun üzerinde fiyat belirleyip geçici de olsa zafer elde etme hesabı içerisine girmişlerdi. Oysa gelinen noktada kazın ayağı hiçte öyle değil, artık çokluk içinde birlik şiarı çerçevesinde kenetlenmiş yerli sivil toplum gerçeğini ön plana alan bir siyaset anlayışı ancak seçimden zaferle çıkabiliyor. Madem durum vaziyet bu noktaya geldi, o halde Türkiye’nin ana ilke olarak kabul ettiği çokluk içinde birlik şiarı çerçevesinde katılımcı demokrasi anlayışı koşusunu başarıyla sürdürmesi gerekiyor. İcabında bu da yetmez bürokrasinin de bu koşuya iştirak etmesi lazım gelir. Şayet bürokraside üzerine sinmiş hantallığı atabilirse hep birlikte modern çağın üst seviyelerine sıçramamız an meselesi diyebiliriz. İşte bu yüzden yediden yetmişe herkesin “Durmak yok yola devam” deyip çokluk içinde bir olmakta ve kararlı duruş sergilemekte fayda var diyoruz. Çünkü tarihi kültür kodlarımız bunu gerektiriyor. Bakın, Selçuklu sonrası silkinişimiz Osmanlının kuruluşuyla başlayıp Fetih ruhuyla zirveye ulaşmış, sonrasında Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet derken yeni bir çağın eşiğine gelmişiz. Şayet tarihi süreç içerisinde geçirdiğimiz bu değişim evrelerine yeni bir ruh, yeni bir anlayış ve yeni bir heyecan katabilirsek vesayetçi anlayışa aman vermeyeceğimiz gibi çokluk içinde birlik ruhuyla katılımcı demokrasimizi kesintiye uğratmayacağız demektir. Ne de olsa Ergenekon varı muhtıralar, FETÖ belası can evinden vurulmuş durumda, şimdi önümüze bakıp seçilmiş güçlü başkan, güçlü iktidar, güçlü meclis ve güçlü sivil-katılımcı demokrasi koşusunu zirveye taşımak vaktidir.

Zaten tam demokratik yapılanmanın gereği toplum taleplerini belirli kurallar çerçevesinde yakıp yıkmadan yürüyüş koşusunu meydanları hınca hınç doldurarak güçlü lider etrafında dile getirmesi tabii hakkıdır. Maalesef geçmişte Taksim'de yaşanan kanlı 1 Mayıs gösterilerinde halkın bir kesiminin kitlesel eylemlere kaymasının sebebi devlet ve toplum arasında ilişki dengesinin rayına oturmamasıyla alakalı bir durumdu. Artık günümüz dünyasında alt kimlik, öteki kimlik demeden büyük bir birime (birliğe) doğru gidilen bir anlayış hâkim. Ama her nedense ülkemizde değişim yönünde rüzgârlar toplum lehine esmeye yüz tuttuğunda hemen birileri devreye girip ortalığı toz duman hale getirebiliyor. İşte bu noktada uyanık olup kesretten vahdete (çokluk içinde birlik) doğru bir metot izlenmeli ki, birlik ve dirliğimiz daim olsun. Aksi takdirde sığ düşünceyle meselelere tek tip pencereden bakma alışkanlığı Allah korusun tekrar nüksettiğinde Türkiye'nin başına büyük dertler açacaktır. Bu durumda ister istemez Türkiye, böyle bir görüntüyle dünya ölçeğinde inisiyatif kaybedebilir her an. İşte bu nedenle statükoculara fırsat vermeksizin yeniden tarih kimliğimizle barışık demokratik bir yapısal değişim sürecine girmek veya modern çağın en üst seviyesine ilerlemek en doğru yol olacaktır. Hiç kuşkusuz tek tip düşünce, tek tip mezhep, tek tip meşrep, tek tip tarih ve tek tip model anlayışıyla reform gerçekleştirilemez. Böyle bir anlayışla olsa olsa 'körler sağırlar birbirini ağırlar' misali dünyaya kapalı bir ülke konumda olunur ancak. Şayet çağlar üzerinden sıçramak ya da dünyaya açık toplum olma diye bir derdimiz varsa çokluk içinde birliğe giden yollar ardına kadar açmak gerekir, buna mecburuz da. Sınırları içerisine haps olmuş bir toplum görüntüsüyle nereye varılabilir ki. Bakın İslâm medeniyeti, nakilcilerin ve tekrarcıların omuzlarında yükselmedi, bizatihi ictihatta bulunan ve fikir üreten bilge şahsiyetler üzerinden boy vermiştir. Böylece bilge şahsiyetlerimiz insanlığa soluk olmuşlardır.

Gerçekten de İslâm, ictihat ediniz düsturuyla düşüncenin önünü açmıştır. Zaten Resulullah (s.a.v.)’in “içtihadını tutturan âlime iki sevap, içtihadından yanılan âlime de bir sevap alır” beyan buyurması bunu teyit ediyor. İctihat, düşünce hürriyetinin özünü oluşturur. Tarihe baktığımızda bu özden mahrum olan toplumlarda düşüncenin giyotine kurban verildiği görülmüştür. Besbelli ki düşüncenin önüne çekilen her tür pranga ilmi zihniyeti köreltmektedir. İslamiyet sayesinde Müslümanlar düşüncenin de ötesine taşıp vahiy ışığında ictihat yapma avantajını elde etmişlerdir. Bu sayede düşünce melekesi vahiyle birlikte en büyük güç kaynağı olmuştur. Madem öyle çoğulcu anlayıştan söz edebiliriz. Bakın bu konuda Said Nursi Hz.leri yaşadığı dönemde bugünkü anlamda çoğulculuğun dört halife devrinde yaşandığını, baskıcılığın İslâmiyet’le asla bağdaşmadığını, din ve vicdan hürriyetinin aksine düzenlemeleri kabul etmediğini belirtmiş bile. Elbette ki üstadın yaşadığı dönem itibariyle çektiği sıkıntıları göz önünde bulundurduğumuzda o’nun bu konudaki hassasiyetini şimdi daha iyi anlıyoruz. Düşünsenize İstiklal Mahkemelerinden Milli Şef dönemine, 27 Mayıs'tan 12 Mart'a, 12 Eylül'den 28 Şubat'a, 28 Şubat'tan 15 Temmuz’a uzanan bir çile zincirinin toplum üzerinde bıraktığı travma bu ülkeye çok zaman kaybettirmiştir. Her şeye rağmen yinede ümidimizi yitirmedik. Zira inançlı kesimler üzerinde yapılan üsten dayatmalar bir bir ortadan kalktıkça, hürriyet içinde düşünen insan sayısının çoğaldığına da şahit oluyoruz. Biz biliyoruz ki; vesayet zincirinden tam hürriyet ortamına geçiş ekonomimizi daha da şaha kaldıracaktır. Böylece o özlediğimiz tefekkür ve düşünce şahsiyetler yeniden dünya ölçeğinde adından söz ettirmiş olacaklardır. Yine de unutmayalım ki ufkumuzun kapalı kutu içinde kalmasını isteyenler henüz daha statik davalarından vazgeçmiş değillerdir. İslâm’ın her geçen gün tekrar medeniyet olarak dirileceği muştusu birilerinin uykularını kaçırıyor elbet. Oysa korkunun ecele faydası yok. Hem niye telaşlanıyorlar, doğrusu anlamış değiliz. Hem “Yaradılanı sev Yaradan’dan ötürü” diyen bir medeniyetin torunları olmak varken Hans’a, Corc’a özenmek niye? Yediden yetmişe herkes bilir ki; Osmanlı’nın yükselişindeki sır ‘Kesret deryası içerisinde Vahdet olmak’ bilinciydi. Dün nasıl ki, cümle âleme medeniyet olarak nizam verdiysek, bugün de pekâlâ aynı ruhla tüm yeryüzü sathına yeniden Nizam-ı âlem damgası vurabiliriz, neden olmasın ki? İnsanlığın susadığı o adil nizam ancak ve ancak İslâm’ın o engin kesret içerisinde vahdet olma anlayışıyla giderilebilir. Madem öyle Lukas Notaras’ın “Latin şapkası görmektense, Osmanlı sarığı görmek yeğdir” dediği devirleri yaşatacak iksiri yeniden tattırmak gerekir. Ama gel gör ki Başvekil Lukas Notaras, Osmanlı’yı anlayabiliyor, biz hâlâ tam manasıyla kavramış değiliz. Bilmem şimdiye kadar Osmanlı nasıl altı yüz sene ayakta durabildi diye hiç buna kafa yoruldu mu? Kafa yorulduğunda görülecektir ki, gerçektende farklı ırk ve kültürlere sahip insanları 600 sene bir arada bağrında taşıması kayda değer bir hadisedir. Madem öyle, şimdi kayda değer bulmayanlara sormak gerekir Osmanlı baskıyla mı yoksa hürriyetle mi ayakta durdu? Eğer baskıyla diyorsalar, hemen yanı başımızda komşumuz Rusya’ya dönüp şöyle bir baksınlar, bağrında taşıdığı farklı ırka mensup milletleri baskıyla ancak yetmiş sene ayakta tutabildiğini göreceklerdir. O yıllarda yaşayanlar çok iyi bilir ki; koskocaman Sovyetler Birliği âdeta milletler hapishanesiydi. Onlar Osmanlı'ya burun kıvıra dursun şu bir gerçek; Osmanlı yaşadığı devir itibariyle en zirve medeniyet hamlesiydi. İşte bu yüzden F. Grenard; “Osmanlı milliyetler tezadını oluşturmadı” gerçeğini dile getirmiştir. Nasıl dile getirmesin ki; Devlet-i Aliyye sınırları içerisinde çokluk içinde birlik esastı. Evet, cihanda çokluk içinde birliği gerçekleştiren tek imparatorluk Osmanlı'dan başkası değildi.

Bugün geldiğimiz nokta itibariyle de artık Osmanlı unutulmuş yerini Avrupa normlar almış gözüküyor. Aslında bu normlar aşina olduğumuz ve bizim yabancı olmadığımız normlardır. Yani bizden kopya normlardır. Kopyada olsa herkese dilediği gibi düşünme, ancak kayıt altına alınmış kurallı davranma özgürlüğü veren demokrasi anlayışı batıda birliğe zarar vermemiş, tam aksine teknolojik gelişmeye sebep teşkil etmiştir. İşte bu noktada ister istemez ne oldu da Avrupa orta çağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, biz o arada nasıl oldu da yükseliş çağın üst zirvesinde ortaçağlaşıyorduk sorusu akıllara takılabiliyor. Belki de bu sorunun cevabını geçmişte uygulanan çözüm paketlerinin devamında ısrarcı tavır sergilenmesinde aranmalıdır. Nitekim eski reçetelerde ısrarcılık düşüşümüzü hazırlamıştır. Nitekim Koçi Bey, gerilememizin nedenini tarihi değerlerimizi yitirmemize bağlar. Elbette ki, o’nun önerilerinde kendi yaşadığı konjonktürel şartlara has haklı ve kayda değer kaideler mevcut. Ancak dünyanın geldiği noktada Osmanlı’ya ticaretin yollarını ve paraya dayalı ekonomiyi göstermekte gerekiyordu. Ama Koçi Bey Risalesinde bunları bulamazsınız. Çünkü bu risale kendi dönemi itibariyle toprağa dayalı ekonomi için düzenlenmiş bir risaleydi. Düşünsenize dünyanın para ekonomisine geçtiği veya geçmek üzere iken toprağa dayalı ekonomiye yönelik yazılmış risalenin ne hükmü olabilirdi ki. Maalesef tüm bu gerçeklere rağmen sırf toprağa dayalı iktisadi anlayış üzerinde ısrar etme çabası gerilememize neden olmuştur. O yıllarda para ekonomisine yönelik bir akla ve çözüme ihtiyaç vardı ama olmadı. Derken zihni reformu gerçekleştirememek, geriye doğru özlemde takılıp kalmak ve ileriye yönelik bilgi üretememek gibi olgular talihsizlik sonuçlara yol açmıştır.

Gerçek şu ki; geçmişi, bugünü ve geleceğimizi bir bütüncül anlayışla yorumlayıp yeniden ufuklara doğru yönelmenin kapısını aralamak en doğru olanıydı. Bunu yapmayıp düşünceyi tarihin bir kesitine gömmek, geriye dönmek olurdu ki buna asla geçit vermemelidir. Aksi halde ülkemiz açısından kısır bir döngü ve bütüncül olmayan bir düşünceye haps olmak gibi sonuçların doğması kaçınılmaz olacaktır. Madem öyle tarihi köklerimizi inkâra kalkışmadan çağları da aşacak zihni hamle ve bilgi üretme seferberliğine yönelmek vaktidir. Asla dört duvar arasına haps olmakla tefekkür hayatı gelişemez. Şayet kafamızı gömdüğümüz kumdan çıkarıp şöyle bir dışarıda ne olup bitiyor diye eşya ile de haşir neşir olunursa asıl o zaman hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahrete gerçeğiyle buluşacağız demektir. Böylece eşyanın tabiatına vakıf olma şansını an be an yakalamış olacağız. Zira bu konuda Said Halim Paşa: “Şarkın düşünce alışkanlığında hep fikirlerin eşyaya yansıdığını, hâlbuki eşyanın hakikatlerinin zihinlere yansımasını da sağlamak gerekir” diyor. Said Halim Paşa’nın ifadelerine bakıldığında, bütün çağlara hitap eden bir ferman niteliğinde ifadeler olduğu gözlerden kaçmaz. Ne hazindir ki içinde bulunduğumuz manzara, bu sözlerin içeriğinden uzak deney ve gözlemden uzak skolâstik anlayışı yansıtıyor. Eşyanın hakikatlerini analitik gözle değerlendirecek metot yerine, kolaycılığa kaçıp mantık yürütmeyi tercih ediyoruz hala. Yani deney ve gözlemden bihaberiz. Oysa İslâmiyet’te bilgi:

-İlmel yakin
(teorik bilgi),
-Aynel yakin (gözlem),
-Hakkel yakin (tecrübî-deney) diye üç kategoride incelenir.

İnsan eşya karşısında fikir yürütmesi ilmel yakindir, eşyayı gözlemlemesi ve takip etmesi aynel yakin, bizatihi eşyanın analiz ve analitiğini yapmak Hakkel yakindir. Hiç kuşkusuz İslâm’da Hakkel yakin esas olandır. Yani deney ve tecrübeye dayanan bilgi, her daim baş tacıdır. O halde analitik düşünceyi de ihmal etmememiz gerekiyor. Kelimenin tam anlamıyla zihni reform ancak ve ancak analitik düşünceyi de ihmal etmemekle gerçekleşebiliyor. Tabii analitik düşüncenin gelişmesi içinde düşünce hürriyetinin varlığı şarttır. Zaten medeniyet dirilişinin en asgari ölçüsü düşünce hürriyetiyle belirlenir. İşte bu yüzden Ord. Prof. Dr. G. Kessler, “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise sivil hareket ve fikir akımları da o kadar zengindir” diyor. Bakmayın siz öyle birtakım kendini elit sanan birtakım aklı evvellerin, toplumun bir kesimi kendilerinden farklı düşündüğü için, onları yobaz, gerici, faşist diye karalamalarına. Zırva tevil götürmez ya, belli ki insanımızı yobazlıkla, gericilikle suçlamaları işlerine geliyor. Oysa asıl yobaz kendileri olduğu şundan belli ki analitik düşünmezler kızarlar, analitik konuşmazlar afakî bağırırlar, analitik belgelemezler hamasi protesto yağdırırlar. Anlaşılan o ki fikir hürriyeti yolunda daha çok mesafe kat edilmesi gerekiyor. Bu konuda Osmanlı’dan alınacak daha nice ibretlik dersler var elbet. Nitekim çeşitli dinlere mensup âlimlerin padişah huzurunda, sohbet ve münakaşalar yapabilmeleri hürriyetin en belirgin örneğinin göstergesidir. Elbette ki; her fikrin yobazı olacağı gibi, entelektüel düşünenin de açmazları vardır. Kaldı ki İslâm taassubu, tâ baştan cehalet diye nitelemiş. İşte bu yüzden Müberra Dinimiz cahilliği şiddetle reddeder. Cehaletten şeytandan kaçar gibi kaçmak gerektiğini vurgular. Yetmedi cehaleti, düşüncenin önünde en büyük engel olarak ilan eder. Hele bilhassa tasavvuf’ta “Cahil sofi, şeytanın maskarası” hükmü vardır. Hatta bu hususta Hz. İsa örneğine bakmakta fayda var deriz: Malumunuz, Hz. İsa (a.s.) bir kişiye rast geldi, onunla bir süre konuştuktan sonra kaçmaya başlar. Tabii etraftan görenler:

- Ya İsa! Sen değil misin Meryem oğlu!
- Evet, der.
- Peki, sen bu adamdan niye kaçarsın ki?

Verdiği cevap müthiş:
- Ben ahmağa, kele, köre, topala, kötürüme İsm-i azam okurdum, onlar dirilirdi, ama cahile bir ismi azam okusam fayda vermez ve dirilmez. İşte tefekkür abidesi yaklaşım bu kıssada ziyadesiyle tüm apaçık ortada zaten.

Anlaşılan cehaletten kurtulmanın yolu tefekkürdür. Düşünce dünyamızı eşyaya teslim etmemeli, eşyanın verileriyle ufkumuzu açmalı.

Maddeye köle değil, hâkim olmalı.

Hakikat insanın kendini aşmasıyla gerçekleşebiliyor. Kendini aşamayan, hakikate varamaz. Bütün dava, objektif ve sübjektif suni sahte mabutlardan kurtulup, mutlak olanda hayat bulmaktır.

Ne mutlu kurtuluşu hakikatte bulana ki son nefesini bu uğurda tüketmiş ola.

Vesselam.