Bülent Ecevit, iktidara gelmeden önce “Tabancasız Polis” vâdedecek kadar barışçı ve pembe tablolar çiziyordu. Fakat iktidara geldikten sonra terör ve anarşi daha çok azmış, sokaklar güvenilmez olmuştu. Gazi Eğitim Enstitüsü de süresiz tatile sokulmuştu. Ama biz yine de gidip geliyorduk. Tayin kararnamelerimiz, beklediğimiz kadar çabuk çıkmamıştı.
Bülent Ecevit, iktidara gelmeden önce “Tabancasız Polis” vâdedecek kadar barışçı ve pembe tablolar çiziyordu. Fakat iktidara geldikten sonra terör ve anarşi daha çok azmış, sokaklar güvenilmez olmuştu. Gazi Eğitim Enstitüsü de süresiz tatile sokulmuştu. Ama biz yine de gidip geliyorduk. Tayin kararnamelerimiz, beklediğimiz kadar çabuk çıkmamıştı.
Fakat Türkiye genelinde öğretmen sürgünleri tam bir kıyıma dönüşmüştü. Böyle bir ortamda Tercüman Gazetesinde “Süleyman Nazif’in Torunları” başlıklı bir yazı yayınladım. Mustafa Üstündağ’ın TÖBDER’e teslim ettiği Bakanlığın yapmakta olduğu sürgünleri konu ediniyordum. Sürgünle darmadağın edilen milliyetçi duruşlu öğretmenleri, İstanbul’un işgal edildiği sırada İngilizlerin “Kara Bir Gün” adlı makalesinden dolayı Malta’ya sürdükleri Süleyman Nazif’e benzetiyordum.
Yazı ağırdı. O gün Gazi Eğitim’e gittiğimde gazete masadaydı. Meslektaşlarım okumuşlardı. Bir kaçı beni tebrik etti. Fakat bazıları sitem ediyorlardı: “Sen bu yazı ile bizi de sürdüreceksin…” diyorlardı. Ben de “Halen yerimde kalmış olmaktan rahatsızım… Kendimden şüphe etmeye başladım…” şeklinde espri yaptım.
Çok geçmedi sürgün kararnamelerimiz ciple, özel ulakla ev adreslerimize ulaştırıldı. Cebeci ortaokuluna “depo” tayinim çıkmıştı. Fiili bir görev yoktu. Aydan aya maaşımızı alacaktık.
Fakat işin garibi, içimizden bazı arkadaşlar Gazi Eğitim’de kalmışlardı. Bu arkadaşlar, MHP Genel Merkezi’ne gidip gelmediğim için bana soru işaretleri ile bakarlardı. Şimdi ise kendilerinin alınmamış olmalarını, “liyakatli” oluşları ile izah ettiklerini duyuyorduk. Yani biz liyakatsiz olduğumuz için alınmıştık.
Evet doğrusu, ben öğretmenliğin politize olmasından yana değildim. Bu yüzden bazı arkadaşlarım gibi MHP Genel Merkezi’ni uğrak yeri yapmıyordum. Siyasi parti eksenli bir milliyetçiliği değil, fikir ve kültür merkezli milliyetçilik tavrını tercih ediyordum.
Cebeci ortaokulunda altı ay “depoda” kaldıktan sonra Keçiören’in arka mahallelerinden birindeki Osman Hamdi Bey ortaokuluna verildim. Bir yıl önce Gazi Eğitim’den mezun ettiğimiz bir öğrencimiz, TÖBDER üyeliğinden dolayı ortaokulun müdürlüğüne getirilmişti. Ben şimdi onun emrinde çalışacaktım. Derslerime giriyor, başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordum.
Bir gün öğrenci müdürüm bana haber gönderiyor: “Hocaya söyleyin bana hiç itibar etmiyor ama, yeni bir sürgüne uğrayabilir…” Aldırmadım. Zamanımın çoğunu Hisar idarehanesindeki geçiriyordum. Ancak bu arada günün birinde bir grup genç, arka sokaklardan birinde yolumu kesiyorlar. Başlarındaki, belindeki tabancayı okşadıktan sonra “Sen faşistmişsin…” diyor. “Değilim, ben sizin gibi gençler yetiştirdim, ne olduğumu onlardan öğrenebilirsiniz…” diyorum. Tehdit edici laflar kullanarak uzaklaşıyorlar.
O yıllarda ailemiz Ankara’ya göç etmiş, bir ticarethane açmıştık. Birkaç ay sonra ticarethane bombalandı. Daha sonra, ticarethanede olduğum bir gün tam çıkış kapısına bomba görüntülü bir nesne asıldı. Karakola telefon ediyorum, ekip geliyor, sahte bomba olduğu tespit ediliyor.
Tam bir kuşatılmışlık içinde hissediyorum kendimi. Bazen içimden şu duygu geçiyor: Başka bir ülkede azınlık mensubu biri olsam, bundan daha hür olabilirdim… İşte o sıralarda Hisar’da yer alan şiirlerimden biri…
Bölünmüş rüyalar
Sağnaklı gecede bir ıslak dal
Söze dalmış sokak lambasıyla…
Uykular haramsa düşünmek helal
Biri ağlar biri yanar,
O neyzen gecelerin hatırasıyla…
Dalın dediği, “Ne sam rüzgârı, ne kar,
Soldurmadı yaprağımı nefret kadar…”
Ondan daha dertliydi lambalar:
“Sarardım, kızardım, ağardım hep insanlarla
Niye yanarım yandığıma bilir misin?
Korkusundan ve aydınlığımdan ürken,
Bakışlar eyledi beni bir gülsüz diken…”
Bir pancur ötesinde söyleşir özlemlerim
Onlar da ışıktılar bir daldılar
Baktım beni de aralarına aldılar…
Unutulmuşlar yanıdır benim yerim
Terk edince loş meyhane gibi uykuları,
Dallar ve ışıklar anlıyor beni
Dağlarındaki hayal kurulmayan toprak
Sokaklarında hür gezilmeyen şehir
Eder de insanı vatanında tutsak
Aklıma sokak lambaları gelir
Serseri kurşunlarla gider uykuların
Geceyi karıştıran sağnak ardından,
Yıldızlar dağılmış, ay durur yarım,
Bölünmüş de kanayan bir rüyadır bu
Hatırıma dalların baharı gelir
Kaybedilmiş savaş alanında,
İksir içmiş bir gönüllüdür ümit,
Bürünmüş feryatlara tanınmaz
Yaralanmış sevgilerin bir hücresinde,
Gönlüme Ferhat’ın dağları gelir.
Şubat 2013
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...