Sohbet insan ruhuna tesir ederse bir anlam ifade eder, aksi halde neye yarar ki. Bakın, Saadatın sohbeti kâfirlere öyle bir tesir ederdi ki kalplerinde yumuşama olurdu. Nitekim Hıristiyanlar Şah-ı Hazne (k.s)'in nazarını yediklerinde, onun hakkında Peygamber olabilir demişlerdir. Tabii Şah-ı Hazne bunun üzerine; “O ne söz, asla böyle bir şey olamaz, zira peygamberlik kapısı kapanmıştır, sakın ola ki öyle şeyleri ağzınıza almayın” uyarısında bulunmuştur.  

Seyday-ı Tâhî (k.s)’de bu meyanda şöyle buyurmuştur; “Zamanımızın Saadatı geçmiş zaman Saadatından daha büyüktürler, şayet edep dışı olmasaydı onlar hakkında sahabenin mertebesindeler derdim. Gerçi hiç kimse sahabelerin hakikatine ulaşamaz.” 

Yine bu hususla alakalı Hazret Muhammed Diyauddin (k.s)’de şöyle dedi; “Her kim Şeyh Abdulkâdir Geylânî’nin amelini yaparsa o da şey Abdulkâdir Geylânî gibi olur.”

Anlaşılan Saadatın gücü kendi etkisinde bir güç değil, Allah’a yakın olma etkisinde bir güçtür. Öyle ki, bu güç Allah’a yakınlık ölçüsünce kademeli olarak artış kaydeder de. Dolayısıyla her kim ki, Allah dostlarının sohbet meclisinde nazarına maruz kalırsa manevi şemsiyesi altına girmiş olur. 

Şurası muhakkak; sohbet meclisinde manevi tasarruf olmazsa ne kelamın hükmü kalır, ne içtiğin çayın, ne de kahvenin keyfi kalır. Dahası gerçek sohbet meclisinde:
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane, 
Gönül sohbet ister kahve bahane,  
Gönül ne çay ister ne çayhane, 
Gönül sohbet ister çay bahane” dizeleri bir başka anlam içerir Nasıl anlam içermesin ki, böyle bir mecliste sohbet daha başlar başlamaz boyunlar bükülür, eller bağlanır,  kalpler tek merkezde toplanıp vahyin soluğu ve nübüvvet kandilinde tüm yanık kalpler kendinden geçer de. 

Hiç kuşkusuz sohbet meclisinin yarenlerini talipliler oluşturur, çatısını melekler kuşatır, ışığını da gönül dostları yakar. Derken o sohbet meclisinde bulunanların üzerlerine rahmet sekineti iner de.    

Malum, sekiz şart adabından ölüm rabıtası en dikkat çeken bir husustur. Çünkü işin içinde ölmemiş insana ölümü düşündürtmek vardır. Nitekim Hz. Ömer (r.anh): “Ey Ömer! Vaiz olarak ölüm sana yeter” yazılı yüzüğünü mühür olarak kullanması bunun en çarpıcı misalini teşkil eder.

Peki ya bizler! Maalesef Hulefa-i Raşidin döneminden bugüne geldiğimiz noktada bırakın ölüm üzerinde düşünmeyi, bir zaman çok büyük iştiyakla dinlenilen o ehlisünnet yolu sohbetlere neredeyse duyarsız hale gelmiş durumdayız. Varsa yoksa dünyalık sohbetleri baş tacı edinmişiz artık. Dahası o altın sohbetleri tarihin raflarında tozlanamaya ve küllenmeye terk etmişiz. Oysa o altın dönemin sohbetleri doğrudan kalbe yönelikti. Şimdilerde gönül para etmez deniliyor. Yetmedi, gündemi özde değil sözde modern sohbetçiler belirlemekte. Derken sanal âlemde kalbe yönelik değil beyni hedef alan demagojik sohbetler yer almakta ve bu arada genç beyinlerde ekran üzerinden esir alınmış olunuyor. Tabii esir alanların amacı dini bütün “Bir elde Kur'an, diğer elde bilgisayar” nesli yetiştirmek değil laf ebeliği yapmaktır. Temel hedefleri ise dini duygular üzerinden kariyer edinmektir. Öyle ki, kariyer uğruna ellerinde ne kadar kafa karıştırıcı malzeme,  ne kadar eteklerinde taş varsa dökmeyi ihmal etmezler de. Gerçekten de eteklerinde döktükleri taşlara şöyle bir baktığımızda sanırsın ki, ortaya koydukları fikirler Kuran’a dayanmakta,  ama kazın ayağı hiçte öyle değil. Meğer asıl dert davaları kendi kafalarında oluşturdukları düşünceleri Kur’an’a onaylatmakmış. Böylece ben merkezli ve kendilerini çağa ayak uydurmak gibi bir maraz anlayışla genç kuşaklara zehir kusmaktalar. Dedik ya, aslında işin içinde düpedüz Kur’an’ı geri plana atıp kendi egolarını ön plana atmak vardır. Her şey gayet açık; çağa ayak uydurma veya şirin gözükme adına habire Kur’an’ı asrın idrakine malzeme yapmak için didinip durmaktalar. Oysa Kur’an’ın asrın idrakine ihtiyacı yok, tam aksine asrın idrakinin Kur’an’a ihtiyacı var. Zira Kur’an’ı Mucizü’l Beyan çağlar üstü bir soluktur. İşte bu gerçeklere rağmen hala insanlık Kur’an’a itibar etmiyorsa vay haline. Gerçi şu da var; nereye kadar Kuran’a sırt dönülebilir ki, bir kere Yüce Allah (c.c)  nurumu tamamlayacağım buyurmakta. Malum, Allah vaadinden hulf etmez.   

Evet, tüm ariflerin sohbetleri Kur'an'dan beslenir. Bakın, materyalist akımın öncüleri insanın dış kalıbına hitap ederken, arifler doğrudan insanın gönlüne hitap etmekte. Keza sırf kalıba takılanlar Darwin’i kendine tek kriter alırken, ariflerde şüphesiz Kur'an’ı rehber almaktalar. Dolayısıyla insanoğlu iki yol ayrımında, ya Kur’an yönelip eşrefi mahlûkat olacak, ya da Darwin’e kanıp maymunlaşacaktır. Darwin biyolojik kanunları kendi ön kabullerine göre ayar çekip insanı maymunlaştırmakla adeta materyalistlerin piri olmuştur. Derken onun yolunu yol bilenler ilahi olan her ne varsa reddedip kimi zaman komünist, kimi zaman faşist, kimi zaman kapitalist, kimi zaman ateist oldular. Dahası yeryüzü sathında ne kadar fitne fücur harekât varsa ilkel olana tav oldular. Maalesef eşrefi mahlûkat olmak varken maymunlaşmayı tercih ettiler. Düzenledikleri panellere, konferans salonlarına baktığımızda gönül sohbetlerini hatırlatacak herhangi bir iz, herhangi bir karine, herhangi bir veri göremezsiniz, ortada sadece ağız dalaşı vardır. Bir başka ifadeyle buralarda demogoji hâkimdir. Zaten demagoglar sohbet nedir bilmez,  tek bildikleri metod; deney ve gözlemden uzak kuru mantığa dayalı akıl yürütmektir. Onlar aklı karaya oturttura dursun biz kendi işimize bakıp gönlümüze hoş gelen İmam-ı Gazalinin; “Akıl, bir yere kadar arkadaş, ama aklında giremeyeceği sahalar var” dediği metafizik ötesi âleme hamle yapabilecek bir yol için sefere çıkmak gerekir. Her ne kadar bu seferde menzile varamasakta karınca misali o yolda da ölemez miyiz? Yeter ki niyet hayır, akıbet hayrola, bak o zaman vuslat hâsıl olurda.  

Hani huylu huyundan vazgeçmez derler ya, aynen öyle de materyalistler kim, sohbet etmek kim. Besbelli ki, birtakım kıvrak zekâ ve ayak oyunlarıyla sosyal Darwinist yaklaşımlar sergilemek işlerine geliyor ve laf ebeliğinden vazgeçmeyecekler gibi. Dedik ya, habire inadım inat demogojiye (laf ebeliğine) dayalı ellerine tutuşturulmuş reçetelerle gelecek nesillerin yarınlarını karartmayı yeğliyorlar. Oysa kayıtsız kaldıkları sohbetler; dünü, bugünü ve geleceği kuşatan sohbetlerdir. İyi ki de Kur’an’ın ‘İkra’ emrine muhatap kaldıkta sohbet nedir idrak etmiş olduk. Bundan daha da ötesi medeniyet olduk. Malum tarihte epey uzun bir zaman dilimi damgasını vuran İslam medeniyetleri insanlığa soluk aldırmış medeniyetlerdi. Endülüs medeniyetinde tutunda Türk İslam medeniyetine kadar bir dizi medeniyetlerin hepsi buna dâhildir. Gerçekten sözkonusu medeniyetler bugünümüzü de hazırlayan medeniyetlerdi. Evet, ışık doğudan doğmuştu hep. Ve bu ışık batıya uzadıkça âlem nizam buldu da. Her ne kadar bir takım mahfiller İslam medeniyetini yok saysalar da o medeniyet hala gönüllerde çarpan bir sevdadır. Hakeza Allah Resulünün; “Ümmetim hiçbir yıla girmeyecek ki, bir sonraki yıl ondan daha beter olmasın” (Mirkatu’l-Mefatih, 1/507) beyan buyurduğu dönemler yaşansa da şu da var ki her zevalin birde dirilişi var. İşte bu yüzden o malum mihraklar boşa heveslenmesinler, bilsinler ki güneş asla balçıkla sıvanmaz, er geç o muhteşem mazimizin öğretileri yeniden sohbet meclislerinde yeşerip dirilişe geçeceği muhakkak. Nasıl ki peygamber meclisi sohbet halkası ile kurulup ve o kurulan bu sohbet halkasının bereketiyle sahabe ölümüne Allah Resulüne yoldaş olduysa,  aynen öylede Peygamber varisi rabbani âlimlerin gayretleriyle oluşacak halkada da ölümüne yoldaş olacak yarenler vesilesiyle bir gün gelecek Allah nurunu tamamlayacağına inancımız tamdır.        

Evet, bizde biliyoruz kaynaktan uzaklaştıkça sahabeyi unutur olduk, bu bizim yumuşak karnımız ve açmazımız.  Ancak bu demek değildir ki bu ümmet yeniden dirilişe geçemeyecektir. Hatta kendi içimizde kendilerini dev aynasında görüp sahabeyi görmezden gelen veya sahabeden üstün gören fitne fücur mihraklar olmasına rağmen diriliş muştumuz asla sönmeyecektir. Maalesef içimizde dolaşan bu tip kırk harami modernist geçinen sözde Müslüman aydınlar sabahtan akşama, akşamdan sabaha her gün şu televizyon bu televizyon dolaşıp habire ahkâm kesmekteler. Oysa şöyle bir aynaya dönüp te bir baksalar “El mi yaman bey mi yaman”  misali kendileriyle dünküler arasındaki farkı an be an görmek mümkün olacak. Her neyse demagoglar kendini dev aynasında göre dursunlar biz biliyoruz ki; gerek peygamber meclisleri, gerek sahabe sohbet meclisi, gerek tabiin sohbet meclisi, gerek cümle ulema ve meşayıh sohbet meclisleri ilhamını birinci kaynaktan alan öncü şahitlerimizdir. İşte bu yüzden İslam'da reform yapalım gibi parlak laflara itibar etmeyiz. Kaldı ki İslam’da peygamberlere bile reform yapmak yetkisi verilmemişken bu çakma demogoglarda ne oluyor, siz kim reform yapmak kim? Bir kere zina ve hırsızlık gibi fiili işlemlere verilecek cezalar hususunda Allah ne emrediyorsa bunun dünü bugünü olmaz, hüküm aynıdır. Zaten Efendimiz (s.a.v); “Kuşakların en hayırlısı benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onları izleyenler gelir..” (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel..) beyan buyurmakla  bu gerçeğe işaret etmişte.

Kur’an ışığı ve onun uygulaması hükmünde sünnet-i seniyye olmazsa halimiz perişan. O halde bırakalım onlar kendi heva ve heveslerinde boğulsunlar, biz ise işimize bakıp ilahi kaynaklarımıza yönelelim. Vahşi batının başına ne geldiyse ilahi kaynaktan yoksun olmalarındandır. Baksana adamlar İncil’i ne hale getirdiler. Oysa çarmıha gerilen Hz. İsa değildi, asıl kendileri çarmıha gerilmişlerdir. Bir başka ifadeyle başkalarınca kaleme alınmış, Kilise sultaları veya Hıristiyan papazların yazdıkları metinleri ve öngörüleri İncil sanıp çarmıha gerilmiş durumdalar. Üstelik ortada bir tane değil dört İncil var. Hatta içlerinden bir tanesi de gizli tutulup yasaklanmış durumda. Meğer o gizli tutulan Barnabas İncil’inde son peygamberden söz ediliyormuş, tabii bu durumda niye saklı tutup yasaklamasınlar ki.

Batının kilise papazları kendi zaviyelerinden batı insanını aldatmaya devam ede dursunlar, ama İslam âlemine yönelik aldatma sözkonusu olduğunda, şunu iyi bilsinler ki Ümmet-i Muhamed’in içerisinde sırat-ı müstakim üzere yaşayan Ariflerimiz var olduğu müddetçe bizi aldatamayacaklardır. Allah Resulünün; “Görüldüğü zaman onlar Allah’ı hatırlatır” beyanı Arif-i Billâh Gönül Sultanlarına işarettir. Ki; onlar duruşlarıyla başlı başına sohbettir zaten. Zira biz onların duruşlarına müştakız, bakışlarına nazarlarına, sohbetlerine meftunuz. Bu yüzden Allah sırlarını takdis etsin deriz. Sırlarına akıl erdiremesek te talim ettirdikleri ölüm rabıtasıyla hayatın sırrını bir nebze olsun ruhumuzda hissedebiliyoruz. Malum, ölüm rabıtasına rabıta-i mevt’te denir, bu yüzden arifler ölüm için en büyük sohbet demişler. Ama öyle insanlar var ki, kalpleri mühürlü olduğundan onlara ölümde tesir etmez. Zira Allah’tan gafil olmak, Yüce yaratıcıyı unutmanın tezahürüdür. O halde neydik edip gaflete düşmemek gerektir. Allah yolunda gayret etmek gerekir ki; şeytan iç dünyamızı altüst etme fırsatı bulmasın. Kaldı ki gayretli olandan şeytan kaçar da.  Şeytan kurtuluşu kaçmakta bulurken, biz kurtuluşumuzu Allah yolunda gayret edip vahdette bulmalıyız. Zaten kurtuluş kalbin Allah adıyla uyanık kalmasında gizlidir. Nitekim Rabbimizin ışığı her an, her dem ve her salise her yerde hazır ve nazırdır. Yeter ki o ışığa talip olalım, kurtuluş fermanımız galip gelir de.

Sohbet var ki; yılanı deliğinden çıkarır, sohbette var ki insana hayatı zindan eder. Tabii biz birincisine talibiz. Her ne kadar kötü söz sahibinin olsa da sonuçta ağızdan çıkan her kelime karşınızdakilere dil yarası olarak yansıyabiliyor. Meramınızı sunduğunuzda ister dil, ister yazı, ister şiir metodunu kullanın, şayet sunduğunuz sunum muhataplarınızda güzel haller oluşturmuyorsa bu boşa çene yormaktır. Hakeza insan haysiyetini bertaraf edecek alay edici üsluplarda öyledir. Mesela hiciv bunun en çarpıcı örneğini teşkil eder. Zira Müslüman’a hicvetmek haramdır.

Peki ya şiir? Bir kere gönle hitap etmeyen şiir afettir. Bakın, şiir konusu Peygamberimize sorulduğunda, cevaben; “Güzeli güzel, çirkini çirkin olan sözdür” demiştir. Ayrıca maksadını aşan şiiri okumak mekruh addedilmiştir. Bu yüzden Allah Resulü bu manada; “Birinizin içi şiirle dolacağına irinle dolsun daha iyidir” buyurmuştur. Yine Resulü Ekrem (s.a.v) mescitte şiir okunmasını ve namazdan önce halka kurulmasını, eşya satılmasını men ettiği rivayet edilmekle beraber Hasan b. Sabit’e şiir okusun diye minber koydurduğu da bir vaka. Peki, buradan nasıl bir sonuç çıkar derseniz, mesele gayet açık ister şiir olsun, ister yazılı bir metin fark etmez her şeyden önce Yüce Allah’ı, Resulullah'ı; Sahabeyi Kiram-ı ve Gönül Sultanlarını hatırlatanı muteberdir. Meseleye birde fıkhî açıdan, yani fıkıh kitaplarına şöyle bir göz atttığımızda mekân, bina, bina kalıntıları, zaman ve milletleri dile getiren şiirin mubah, hiciv ve rezaletten konu edineni haram, kadının güzelliğinden, selvi boyundan, endamından, hatta saçının telinden bahsedeninin ise mekruh olduğunu görürüz. Besbelli ki burada ince nokta Allah ve Resulünün hakikatleri dışında tüm edebi ürünlerin neyi çağrıştırdığı çok önem arz etmektedir. Yeter ki, hakkı çağrıştırsın; bak ozaman sohbet meclisinde; 
“Doldur sofi çay doldur
Aşk elinde çay doldur 
Böyle meclis bulunmaz
Allah! deyip çay doldur” türünden her ne mısra varsa gönülleri terennüm eder bile. Zira demlik çay yudumlayan yarenlerin içtiği bardağın önünde eğilir de. Madem öyle, bardağın dolu tarafına bakmak gerek. Baktığımızda dolu tarafında dostu dost yapan sohbet vardır. Tabii sohbet dostu seçer, dostta sohbeti. Derken sohbetle gönüller kaynaşıp yaren meclisleri dolup taştığı gibi en nihayet tarik gerçekleşir de. Bundan öte sohbetine mest olunan dost; manevi evlatlarının istikamet üzere yürüdüğü yolda ayağına diken batmasın diye eşik olur da. İşte bunun içindir ki Arifler sohbetlerinde; “Önce refik, sonra tarik” demişlerdir.

Velhasıl; Sohbet Meclisi deyip geçmeyin, onların ışık saçan kandilleri bir saniyesine hâkim olamadığımız, hükmedemediğimiz şu dünyada fırıldak olmadan tutunmamızı sağlar, bu yüzden bize “Cümle yaren dostlarına selam olsun” demek düşer. 

Vesselam.