Bilindiği üzere ülkemizin kapı komşusu Suriye’de uzun zamandan beri kanlı ve acımasız bir iç savaş yaşanıyor. Yaşanan bu savaş sebebiyle perişan hale düşen insanlar sığınacakları ilk yer olarak en yakın komşusu olan Türkiye’dir.

Türkiye’deki insanlarla akrabalık bağları olan bu insanlara Türkiye’nin tarihi, insani ve komşuluk sorumluluğuyla kapılarını açması takdire şayandır.

Bu gelen insanların sayısının fazla olması ve durumlarının oldukça kötü olması sebebiyle kontrol altında tutmak zor olmaktadır. Bu sebeple maddi durumu iyi olanlar büyük şehirlere yönelmekte ve varlıklı semtler dâhil her yerde görülebilmektedirler. Daha fakir olanlarsa ülkemizin değişik yerlerine dağılmaktadırlar. Merhamet sahibi ve yardım sever ülkemizin duyarlı insanları ellerinden geldiğince bu çaresiz insanlara sahip çıkmaktadır. Ancak durmak bilmeyen bu kanlı iç savaşın daha da yaygınlaşması sebebiyle gelen insanlar hem perişan durumları hem de sokaklardaki halleri bazı insanlarımızın tepkisini çekmektedir.

Bu minvalden olmak üzere geçen günlerde Bayburt Medyasında da gündeme gelen sokaklardaki Suriyelilerin tavır ve davranışları sabır seviyesini zorlamaya başladı yolundaki haberler gördük. Devletimiz bu tavır ve davranışlar sebebiyle bu insanları kontrol altına almak için zabıta ve güvenlik güçlerine verdiği talimatla kontrol altına almaya çalışmaktadır. Bu idari tedbir bizi bu sığınmacılara karşı olumsuz bir tavıra sürüklememelidir.

Bakın bizim “Düşmez kalkmaz bir Allahtır” diye söylenen güzel bir atasözümüz vardır. Yakın tarihimizi bir hatırlarsak bu gün Suriyelilerin düştüğü duruma bizim bir veya iki kuşak yukarımızdaki dedelerimiz de kıtlık ve yokluk sıkıntılarıyla aynı ülke içinde aynı durumlara düştüğünü görürüz.

Yakın tarihimizde yaşanan savaşlar ve sonrasında oluşan kıtlık ve yoksulluk sebebiyle Bayburt insanı çevre illere sığınmış ve sığındıkları şehirlerde sokakları dolduracak hale geldiğini bu gün öğrenmeye çalıştığımız Osmanlıca devlet belgelerinde görüyoruz. Üstelik farklı ülkelerde değil aynı ülkede komşu ve yakın vilayetlere sığınmak durumunda kalmış olan dedelerimiz de aynı şeylerle karşılaşmış ve devlet bu duruma çareler aramıştır.

24 Recep 1311 / 31 Ocak 1894 tarihli belgeyle tespit edilen bilgiye göre yoğun kıtlık ve sıkıntı çeken Bayburt Erzurum ve Erzincan civarındaki halk Tokat ve Sivas dolaylarına sığınmış ve oralardaki yardım sever insanların himmetine muhtaç hale gelmişler. Bu sığınmacı insanlar o kadar artmış ki tıpkı bu gün Suriyeli sığınmacılar yüzünden yaşananlar aynen o gün o vilayetlerde yaşanır olmuş ve devlet bu sıkıntıya çareler aramıştır.

Bu gün ağzı olanın hakkında konuştuğu Osmanlı Türkçesinden habersiz nesillerimizin bu durumu öğrensin diye devletin bu husustaki yazışmalarından bir belgesini hem Osmanlı Türkçesi metnini ve hem de latin harflerine (parentez izi açıklamalarıyla) çevrilmiş halini buraya alıntılamak istiyorum.

Tokat ve Sivas Valilerinin Bayburt Erzincan ve Erzurum taraflarından yoksulluk ve kıtlık sıkıntısı sebebiyle vilayetlerine gelen insanların sokaklardaki perişan haline çare bulunması amacıyla durumu Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) na bildirmesiyle alınması gereken tedbirler için Dahiliye Nezareti’nin Sadaret’e (Başbakanlığa) yazdığı yazısı şöyledir:

HUZUR-I ALİY-Yİ HAZRET-İ SEDARETPENAHİ’YE

Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir ki;

Bayburt ve Erzurum ve Erzincan ve civar mahaller ahalisinden pek çok haneler halkı kaht u galâ (Kıtlık ve kuraklık  sıkıntısı) saikesiyle(sebebiyle) Sivas ile mülhakatı vilayete vürud etmiş (gelmiş) ve erbab-ı hamiyet (iyilik severler)taraflarından mümkün mertebe iane (yardım)edilmiş ise de bunların kesretine mebni iane ile tehvin-i ihtiyaçları (ihtiyaçlarının giderilmesi) gayr-i kabil olup pek çoğu sokak aralarında perişan olarak sürünmekte olduklarından bunların şu hal-i esef-i iştimalden (içine düşdükleri bu kötü durumdan) vikayeleri (korunmaları) için haklarında olunacak muamelenin istifsarını  havi Sivas Vilayet-i Aliyesi’nden keşide edilen (çekilen) 17 Kanunievvel 1309 tarihli telgrafname sureti, leffen (ekli olarak) takdim kılınmış ve ahali-yi merkumeden (yukarda yazılı ahaliden) işe güce muktedir olanlarına iş bularak ta’yiş (geçimlerini temin) etmeleri ve sıbyan (çocuk) ve alil (hasta)ve natuvan (güçsüz) olanların ve acezeden (aciz) bulunanların dahi Devair-i Belediyeden (Belediye Dairelerinden) ve erbab-ı hamiyet ve insaniyet (iyilik sahipleri)  taraflarından iane ile iaşeleri lazım geleceği  ve bura ahalisinin mecmuu (tamamı) bir iki bin nüfus olsa bile Sivas gibi bir  milyona karib ahalisi olan bir vilayette o mikdar nüfusun avdetlerine (geri dönüşlerine) kadar birkaç ay müddet iaşelerinde (geçimlerini teminde) hiçbir güçlük olmayıp bunların münasip her kuraya (köylere) üçer beşer nüfus taksimiyle oralarca ve kasabalarca barındırılmaları mümkünattan görüldüğü ve bu da vilayetin himmet-i mahsusasına mutevekkif idüğü(uygun olduğu) cevaben vilayet-i müşarun ileyhaya(sözkonusu vilayete) bildirimiş olmağla malumat olmak ve ve bu babda başka yapılacak bir muamele ve tedbir var ise emr u işar buyurulmak (bildirilmek) üzere beyan ve istizan-ı keyfiyete müsaraat kılındı.(Durum acılen bildirildi) Olbabda emr u ferman hazret-i men-lehu’l-emrindir.(Bu hususta emir, emir verme yetkisi olanındır)

Fi 24 Recep sene 1311 ve Fi 20 Kanunisani sene 1309  (31 Ocak 1894)

Nazır-ı Umuru Dahiliye
(İçişleri Bakanı)
Recep

Yüz yıl öncesine ait yukarıya aldığım bu belgeyi okuyabilecek veya Latincesini okuyup tamamen anlayabilecek insan sayısı ne yazık ki sınırlı sayıdadır.

Bir gecede yakın tarihiyle ilişkisi kesilen insanımız ecdadının kullandığı İslam harfleriyle oluşan Osmanlı Türkçesinden uzaklaştırıldığı için daha yüz yıl önce başına gelenlerden bihaber hale gelmiştir. Bu sebeple dün dedelerinin başına gelenlerin bu gün komşularının başına geldiğinden habersiz olarak bu insanlara hor bakabilmektedirler.

Osmanlıca öğrenmek önemli ama yeterli mi?

Söz buraya gelmişken bu günlerde öğretilmesi tartışılan Osmanlıca’nın yabancı bir dil olmadığını bu konuya tamamen siyasi ve ideolojik yaklaşıldığını esefle görmekteyiz. Bu konuda daha sonra bir yazı konusu yapılabilir.

Ancak burada şunu ifade etmek istiyorum. Osmanlıca bizim kültür ve medeniyetimizin temelini teşkil eden Arapça, Farsca ve Türkçenin karışımı olan bizim öz dilimizdir. Bu dili birkaç ses hariç Kur’an harfleriyle yazılmış olması yabancı dil hükmüne sokmaz. Bizi medeniyetimizin köklerinden koparmak için harf değişikliği yapılmış ve bir gecede insanımız cahilleşmeye terk edilmiştir. Ama amaçlanan hedefe de ulaşılamamıştır. Bu millet medeniyetini küllerinden yeniden öğrenmeye azmetmiştir.

Burada Osmanlıca’yı harfleriyle okumanın yetmeyeceğini asıl olan Türkçemizi bu gün hızla düşmekte olduğu yabancı tasallutundan kurtarmak gerektiğini de vurgulamak isterim.

Bugün Osmanlıcayı öğretme gayretinde olanları daha büyük bir görev beklemektedir; Sokaklara hâkim olan yabancı etiket hayranlığını terk etmek. Öncelikle bu etiket yabancılığına son verebilecek tedbirler alınmalı. Bu konuda yapılacak samimi çalışma Osmanlıcayı öğretmek kadar hatta günümüz Türkçesini kurtarmak için daha da önemli hale gelmiştir.

Osmanlıca öğretilmesini haklı olarak isteyenlerle siyasi ve ideolojik saiklerle buna anlamsızca karşı çıkanlar sokağımıza hâkim olan yabancı etiket hayranlığı konusunda hiçbir gayret sarf etmiyorlar. Buna karşı tedbir almak Osmanlıca öğretmek kadar hatta ondan da önemlidir.