Bu yazıya eklediğim; Mimâr Sinan’ın 1591 yılında İstanbul Fındıklı’da yaptığı Süheyl Bey Câmiin eski ve yeni halini gösteren iki fotoğrafa baktınız mı?

16.yüzyıldan kalma bu âbidemiz, eski resimde kubbeli bir câmi iken, yeni halinde apartmanların arasına sıkışmış; kubbesi, önü, arkası, yanları kesilerek önü camekân, 4 katlı bir apartmana dönüştürülmüş. Nasreddin Hoca’nın kuşu gibi kırpıldıktan sonra, galiba restarosyon yapıldı demek için minâresi bırakılmış. 

Bu resimleri inceledikten sonra “Eski bir eserimize yapılan bu saygısızlık dünyanın hangi ülkesinde olur?” diye acı acı düşünmeden edemedim. Son zamanlarda Bursa, İstanbul gibi târihî şehirlerimizin silueti değiştirildi. Âbidelerimiz yüksek yapıların altında, yanında kayboldu. Restore adı altında yapılanların da Süheyl Bey Camii’nde olduğu gibi târihi bir eseri başka bir şekle sokarak, yok etmek olduğu ortada. Âbidelerimiz, Türk kültürüne yabancı iktidarların dönemlerinde olduğu gibi, muhafazakârız diyerek iktidara gelenlerin dönemlerinde de yol yapımı ve îmar faaliyeti bahâne edilerek kör kazmaya teslim edildi.

Ancak; son yıllarda azgın bir rant hırsı, Türk kültürüne düşmanlık, bilgisiz, zevksiz ve estetik yoksunu yozlaşmış bir kültür ile âbidelerimiz yok edilmektedir. Hâlbuki âbidelerimiz vatanımızın Türklere ait olduğunu gösteren tapu senedinin mühürleridir. 

Âbide nedir?

Âbide:1.Bir kişiyi, bir olayı gelecek nesillere hatırlatmak, tanıtmak için yapılan heykel veya mîmarî eser. 2.Yılların, yüzyılların ötesine kalacak değerde mîmârî eser. 

Âbidelerin önemi

Türkler Türkistan’dan Adriyatik sahillerine, Tundra kuşağından Akdeniz havzasına kadar 12 milyon kilometrekarelik alanda mesken tutmuşlar, bu geniş alanda ve özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da kültür ve medeniyetlerinin izleri olan âbideler bırakmışlardır

Ahmet Hamdi Tanpınar, Anadolu’da Türk kültür coğrafyasının 5 önemli şehrini anlattığı ünlü eseri “Beş Şehir” de İstanbul’un Fetih’ten sonraki değişiminin resmini şöyle çizer;

“Bir kültürün asıl şerefli tarafı da onlar vasıtasıyla ruhlara değişmez renklerini giydirmesidir. İstanbul’da tâ fetih günlerinden beri başlayan bir mîmârî nesillerle beraber yaşıyor. Asıl Türk İstanbul’u bu mimarîde aramalıdır.”

Tanpınar, İstanbul’un bir Türk şehri oluşunu bu mîmârî eserlere şöyle bağlar. ”Gerçek Bizans saltanatı Fatih ile Bayezid külliyelerinin, İstanbul’un iki tepesine bir fecirden ardı ardına boşanmış güvercin sürüleri gibi beyaz ve yumuşak kondukları zaman yıkılır. Üçüncü tepeyi onlardan hemen sonra gelen Sultan Selim’in çok usta ve rahat plâstiği fetheder.”(1)

Demek ki; İstanbul’u Türk yapan, “kaybolan şeylerin yanıbaşında zamana hükmeden gerçek bir saltanat olan” mîmârî eserlerimizdir. O âbideleri, o silueti  yok etmek, engellemek, perdelemek Türklüğe, medeniyetimize, kültürümüze yapılan bir saldırıdır.

Âbidelerimizi sevmek 

Bu saldırıyı defetmek için, öncelikle âbidelerimizi sevmek gerekir. Büyük mîmârî târihçimiz, Anadolu’da ve Avrupa’daki binlerce âbide eserimizi yazdığı ciltler dolusu eserle Türk kültür dünyasına hediye eden Ekrem Hakkı Ayverdi âbidelerimizi sevme konusunda şöyle diyor:

”Âbideleri seviyor musunuz? Seviniz; çok seviniz. Eğer üstünde durmadınız, onlarla bir alış–veriş kurmadınızsa, kalb gözünüzü açınız; âbidelerle konuşmayı öğreniniz. Bunun için lüzûmu kadar temas imkânı hazırlayın. Mîmâr veya san’atkâr olmaya lüzum yoktur. Bu milletten, Türklükten kopmamış olmak yeter.”(2) 

Batıda ve bizde âbidelerin korunması ve restorasyonu

Kendi eserlerimize sevgi ile baktığımız ve küçük bir esere dahi değer verip yıkmadığımız gün, âbidelerimizi korumuş oluruz. Batı ülkelerine gidenler oralarda âbidelerin nasıl ciddiyetle korunduğunu ve nasıl bir ilgiyle ziyaret edildiğini gömüşlerdir. Eski eserleri bırakın yıkmak, yıkılmış olanları bile aslına uygun olarak ayağa kaldırırlar. Almanya Dresden’de 2. Dünya Savaşı’nda bombalama sonucu yerle bir olan Kadınlar Kilisesi (Frauen Kirche) bütün ülkeden toplanan yardımlarla aslına uygun olarak yapıldı. Diğer Alman, Avusturya şehirlerinde de savaşta yıkılan âbideler piyangolar düzenlenerek, halktan toplanan paralarla restore edildi. 

Köln’deki ünlü Katedral’in, Paris’teki Notre Dame’in yanına, yakınına, uzağına bu yapıların siluetini bozacak bir gökdelenin yapılması düşünülemez. Aksi takdirde bütün ülke ayağa kalkar. Bizde ise Türklüğün en büyük eseri olan Süleymaniye’nin etrafı biriketle yapılmış, gecekondu gibi mezbeleliklerle çevrilidir. Mavi Câmi diye bütün dünyada tanınan Sultan Ahmet Câmiin minareleri arasında 16/9 denilen, caminin siluetini bozan, çirkin gökdelen yapılar görülmektedir. Eyüp Sultan Câmii önüne pis renkli Çin işi plastik palmiye ağacı dikilmiştir. 

Batı ülkelerinde yol yapımı veya imâr bahanesiyle bir târihi eserin yıkılmasına izin verilmez. İsviçre’de Bern şehrinde yapılmak istenen yüksek bina için referanduma gidildi, çünkü bu binanın katedralin siluetini bozacağı düşünülmüştü. Paris’te Unesco binâsını Zafer Tâkı âbidesini engeller diye yaptırmadılar. Bizde ise Belediye binâsı, Hilton, Sheraton, Swiss, Tarabya otelleri,  Süzerlerin Gök Kafes’i ve Dolmabahçe Sarayı’nın yanında yapımına izin verilen Beşiktaş Stadyumu İstanbul panoramasına indirilen hoyrat darbelerdir. Son zamanlarda İstanbul’u Manhattan’a çeviren yüksek yapıları saymıyorum bile. 

İstanbul’da ve öteki şehirlerimizde burada adlarını sayamayacağımız kadar nice târihi eserimiz çeşitli bahanelerle yok edilmiştir. 50 ve 60’lı yıllarda Anadolu’da başlayan apartman yapma çılgınlığı da buna eklenince şehirlerimiz mimâri kimliklerini kaybetmişlerdir.   

Yeni nesillere âbidelerimizin tanıtılması ve sevdirilmesi

Alman eğitimci meslektaşlarımla vatanımızın şehirlerinde yaptığım gezilerde eski eserleri ziyaret ederken, çevredeki çocuklar yanımıza geldiler; bizimle konuşup, gönüllü rehberlik yaptılar. Bu genç öğrencilerin Türk târihi ve eserleri hakkında bir şey bilmediklerini, buna karşılık Elenistik, Roma, Bizans dönemi eserleri hakkında Almanlara bilgi verdiklerini hayretler içinde gördüm. Geleceğimiz olan çocuklar, Türk târihi ve çevrelerindeki âbideler hakkında bir şey bilmiyorlardı. Okullarımızda çocuklarımıza öncelikle kendi milletimizin eserlerini tanıtıp, sevmeyi öğretmeliyiz.

Vatanımızdaki âbidelere öncelik verme

Türkiye’ye turist gelecek diye, bâzı havârîler Türkiye’de yaşamadıkları halde, geçtikleri veya kısaca bulundukları yerleri, önemsiz yapıları, Hıristiyan âbideleri ve kutsal makamları haline getirmenin yanlış olduğuna inanıyoruz. Örnek olarak; Meryem Ana Efes’te yaşamamış ve ölmemiştir. Burada yaşadığı ve öldüğü bir Alman râhibenin rüyâsına dayanmaktadır. Türkiye, gezgin gelecek, para kazanacağız diye bu rüyâyı desteklemiş ve Selçuk’ta Bülbül Dağı’nda bir Hıristiyan ziyaret yeri kurulmuştur. Etrafı Katolik kilisesi tarafından satın alınan bu dağın kilisesinde Papalar gelip dua etmektedir. Bülbül Dağımız artık üzerinde Hristiyanların hak iddia edecekleri kutsal bir yer olmuştur. Son günlerde basında yer alan haberlere göre; İzmir’in bir Akp milletvekili adayı seçim vaadi olarak buraya Rio’daki İsa heykelinden daha uzun, dünyanın en büyük Meryem Ana heykelini yaptıracağı sözünü vermiş. 

Selçuk’ta ve yakınındaki âbidelerimizi aslına uygun restore etmek dururken,  bir rüyâdan Hristiyan kutsal yeri kuran ve önüne devasa Meryem Ana heykeli yapmayı düşünen böyle turizm anlayışı ve projesine lânet olsun!

Çok turist gelecek çok para kazanacağız diye düşünüp Hıristiyanların vatanımızda uyduruk kutsal makamlar kurmasına izin verenler, geçen yüzyılda “kutsal yerler” adı altında Kudüs’ün elimizden nasıl çıktığını öğrensinler! 

Gezginler özlü bir geçmişi ve kendine has medeniyeti olan ülkelere gitmeyi sever. Gezgin gittiği ülkeye, sahiplerine ve kültürüne saygı duymalıdır. Millî özelliği olmayan bir ülke gezginler için ilginç değildir.  

Toplum olarak kendi âbidelerimize gösterdiğimiz ilgi yurdumuza gelen gezginleri de etkiler. Onlarda eserlerimize ilgi uyandırır. 

Önce bu memleketin sahibi olan Türkler kendi eserlerine sahip çıkmalı ki, başkaları da benimsesin!
Unutmayalım!  Âbidelerimizi sevmek, korumak demek; milletini sevmek demektir!
Kaynakça;
1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, MEB Yayınları, İstanbul, 1989 (Sayfa: 160-163)
2. Ekrem Hakkı Ayverdi, Makaleler, İstanbul Fetih Cemiyeti,1.Baskı, İstanbul, 1985 (Sayfa: 399, Büyük Emanet)