(24 Temmuz, Cuma)
"Bayburt’ta bir gün az, iki gün çok” sözüne pek inanmayın. Bayburt’u 4 güne sığdıramadık. Yaşadığım bu anlamlı ve doyurucu 4 günü sözcüklerle anlatmak çok zor. Çünkü gönül tellerini titreten kimi duyguları dillendirmek pek de kolay değil. Bu dört günü anlamlı kılan iki şey daha vardı: öncelikle içimi kavuran üç yıllık Bayburt özlemi ve Edip ile Muzaffer’in arkadaşlığı. İki ay süren plânlamalar sonunda ver elini Bayburt… “Kendimizi bağrına bırakmaya geliyoruz. Sar sarmala bizi.” diye seslendik ona.
***
İlk günümüz Bayburt’un olmazsa olmazı olan “hamam” ile başladı. Yüreğimizde Galer Hamamı’nın yıkım acısını duyumsayarak ve onun kubbesinin tanık olduğu unutulmaz anılarımızı yad ederek Çarşı Hamamı’na attık kendimizi. Bilinen Bayburt hamamlarının modernize edilmeye çalışılmış biçimi bu hamam. Kaba yapısı klasik, hizmet alanları modern… Hizmet özverili ve profesyonel. Elbette Galer Hamamı’nın sıcaklığını, kapsayıcılığını bulmak olası değil. Hele Galer Hamamı’nın girişindeki havuz, havuzdan yayılan su sesinin ruhlarda oluşturduğu titreşim… Ara ki bulasın!
Ardından “kelle paça” çorba içme girişimimiz hüsranla sonuçlandı, saat 9.30, bitmişti. Biz de Muzaffer’e uyarak “ezo gelin” ile yetindik.
Galer Camisi bizim çocukluğumuzda yapıldı. Taş ustalarının taraklı çekiçlerle taşlara şekil vermesini izlerdik saatlerce. Taş ustalarına hayranlığım orada başladı. Yıllar sonra Köprülü Kanyon’daki tarihi köprünün restore edilmesini izledim. Oradaki Şiranlı ve Bayburtlu taş ustalarının da aynı özen ve iş bilinci ile çalıştıklarını gördüm. Hemşerilerimin Mostar Köprüsü’nü yeniden yaparken gösterdikleri geleneksel hüner ve özen de çocukluğumuzdaki taş ustalarıyla birebir aynıydı. Bu geleneksel yapı tekniği neden Bayburt’ta ötelendi? Bu tekniğin özgün örnekleri niye korumaya alınmıyor? İşte bu sorularla dopdolu olarak, Cuma namazını “çocukluğumuzun camisi”nde kıldık. Elbette o günlerdeki “Teravi Namazı maceralarımız”ı da anmadık değil.
Öğleyi “Bayburt Pide”de yediğimiz nefis pidelerle tamamladık.
Günümüzün kalanını Baksı Müzesi’ne ayırmıştık. Zevkli bir yolculuğun ardından –Elbette Muzaffer’in her gördüğü “pahar”dan su içme isteğini yerine getirerek- Baksı’ya vardık. Bu müzenin özellikleri o kadar çok ve üst düzeyde anlatıldı ki… Onları yinelemektense duygularımızı dillendirmek daha hoş olur. Öncelikle Koçanoğlu’nun “mangal gibi bir yüreği” olduğunu teslim etmek gerekir. Sen –üzülerek belirtmeliyim- sanatın hor görüldüğü bir yörede, Allah’ın kırında ve bir dağın tepesine müze yap. Yerel/genel bürokrasiyle cebelleşmeyi göze al, varını yoğunu, sanatını öne sür ve bu yapıtı ortaya çıkar…
Müze bir “kartal yuvası” gibi. Vadi tabanında büklüm büklüm akan Çoruh’u gözetliyor. Yuva, yöresel değerleri belgeleme, koruma görevini üstlenmiş. Yöredeki insanlar ve yaşam tarzlarıyla bütünleşmiş. Bununla da kalmamış kendini önce Türkiye’ye sonra da Dünya’ya benimsetmiş, sanatsal özelliğini kabul ettirmiş. Biz oradayken “Baksı Müzesi’nin Kuruluşunun 10. Yılı” ile ilgili akademik toplantı vardı. Sayın Koçanoğlu ile görüşme olanağı yoktu. Ama yeğenim Kürşat oradaydı. Bizi sevecen ve sıcak duygularla kucakladı, müzeyi gezdirdi.
Baksı’dan ayrılırken içimi hayranlık, mutluluk, gurur ve geleceğe güven duyguları doldurmuştu. İnancın ve inadın ulaşacağı dorukların örneği burada, Baksı’daydı.
Koçanoğlu’nun delice uğraşı bitti mi? Sanmam… Şimdi önünde devlet ve bürokrasi sarmalından kurtarmaya çalıştığı müze çevresini “AĞAÇLANDIRMA” sorunu var. Çok anlamlı bir girişim. Müzenin çevresi bir orman gibi olacak. Umarım bu sorunu da kısa zamanda çözümler. Ancak görsel doyum sağlayacak bu girişim, müzenin doğallığını olumsuz etkiler mi diye düşündüm. Ne bileyim, kıraç ortam, Baksı Müzesi’nin ruhuna daha uyumlu gibi geliyor bana…
İşte Bayburt’ta ilk günümüz böyle doyumsuz serüvenlerle bitti.
"Bayburt’ta bir gün az, iki gün çok” sözüne pek inanmayın. Bayburt’u 4 güne sığdıramadık. Yaşadığım bu anlamlı ve doyurucu 4 günü sözcüklerle anlatmak çok zor. Çünkü gönül tellerini titreten kimi duyguları dillendirmek pek de kolay değil. Bu dört günü anlamlı kılan iki şey daha vardı: öncelikle içimi kavuran üç yıllık Bayburt özlemi ve Edip ile Muzaffer’in arkadaşlığı. İki ay süren plânlamalar sonunda ver elini Bayburt… “Kendimizi bağrına bırakmaya geliyoruz. Sar sarmala bizi.” diye seslendik ona.
***
İlk günümüz Bayburt’un olmazsa olmazı olan “hamam” ile başladı. Yüreğimizde Galer Hamamı’nın yıkım acısını duyumsayarak ve onun kubbesinin tanık olduğu unutulmaz anılarımızı yad ederek Çarşı Hamamı’na attık kendimizi. Bilinen Bayburt hamamlarının modernize edilmeye çalışılmış biçimi bu hamam. Kaba yapısı klasik, hizmet alanları modern… Hizmet özverili ve profesyonel. Elbette Galer Hamamı’nın sıcaklığını, kapsayıcılığını bulmak olası değil. Hele Galer Hamamı’nın girişindeki havuz, havuzdan yayılan su sesinin ruhlarda oluşturduğu titreşim… Ara ki bulasın!
Ardından “kelle paça” çorba içme girişimimiz hüsranla sonuçlandı, saat 9.30, bitmişti. Biz de Muzaffer’e uyarak “ezo gelin” ile yetindik.
Galer Camisi bizim çocukluğumuzda yapıldı. Taş ustalarının taraklı çekiçlerle taşlara şekil vermesini izlerdik saatlerce. Taş ustalarına hayranlığım orada başladı. Yıllar sonra Köprülü Kanyon’daki tarihi köprünün restore edilmesini izledim. Oradaki Şiranlı ve Bayburtlu taş ustalarının da aynı özen ve iş bilinci ile çalıştıklarını gördüm. Hemşerilerimin Mostar Köprüsü’nü yeniden yaparken gösterdikleri geleneksel hüner ve özen de çocukluğumuzdaki taş ustalarıyla birebir aynıydı. Bu geleneksel yapı tekniği neden Bayburt’ta ötelendi? Bu tekniğin özgün örnekleri niye korumaya alınmıyor? İşte bu sorularla dopdolu olarak, Cuma namazını “çocukluğumuzun camisi”nde kıldık. Elbette o günlerdeki “Teravi Namazı maceralarımız”ı da anmadık değil.
Öğleyi “Bayburt Pide”de yediğimiz nefis pidelerle tamamladık.
Günümüzün kalanını Baksı Müzesi’ne ayırmıştık. Zevkli bir yolculuğun ardından –Elbette Muzaffer’in her gördüğü “pahar”dan su içme isteğini yerine getirerek- Baksı’ya vardık. Bu müzenin özellikleri o kadar çok ve üst düzeyde anlatıldı ki… Onları yinelemektense duygularımızı dillendirmek daha hoş olur. Öncelikle Koçanoğlu’nun “mangal gibi bir yüreği” olduğunu teslim etmek gerekir. Sen –üzülerek belirtmeliyim- sanatın hor görüldüğü bir yörede, Allah’ın kırında ve bir dağın tepesine müze yap. Yerel/genel bürokrasiyle cebelleşmeyi göze al, varını yoğunu, sanatını öne sür ve bu yapıtı ortaya çıkar…
Müze bir “kartal yuvası” gibi. Vadi tabanında büklüm büklüm akan Çoruh’u gözetliyor. Yuva, yöresel değerleri belgeleme, koruma görevini üstlenmiş. Yöredeki insanlar ve yaşam tarzlarıyla bütünleşmiş. Bununla da kalmamış kendini önce Türkiye’ye sonra da Dünya’ya benimsetmiş, sanatsal özelliğini kabul ettirmiş. Biz oradayken “Baksı Müzesi’nin Kuruluşunun 10. Yılı” ile ilgili akademik toplantı vardı. Sayın Koçanoğlu ile görüşme olanağı yoktu. Ama yeğenim Kürşat oradaydı. Bizi sevecen ve sıcak duygularla kucakladı, müzeyi gezdirdi.
Baksı’dan ayrılırken içimi hayranlık, mutluluk, gurur ve geleceğe güven duyguları doldurmuştu. İnancın ve inadın ulaşacağı dorukların örneği burada, Baksı’daydı.
Koçanoğlu’nun delice uğraşı bitti mi? Sanmam… Şimdi önünde devlet ve bürokrasi sarmalından kurtarmaya çalıştığı müze çevresini “AĞAÇLANDIRMA” sorunu var. Çok anlamlı bir girişim. Müzenin çevresi bir orman gibi olacak. Umarım bu sorunu da kısa zamanda çözümler. Ancak görsel doyum sağlayacak bu girişim, müzenin doğallığını olumsuz etkiler mi diye düşündüm. Ne bileyim, kıraç ortam, Baksı Müzesi’nin ruhuna daha uyumlu gibi geliyor bana…
İşte Bayburt’ta ilk günümüz böyle doyumsuz serüvenlerle bitti.