Kalkandelen (Tetovo)

Türklerin Kalkandelen, Mekodonların Tetovo dedikleri şehre gidiyoruz. Makedonya toprakları içindeyiz. Kalkandelen 14.yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdi. Şehir nüfusunun 60.000’i Arnavut, Makedonlar 20.000, Türkler 2.000 civarında. Arnavutlar evlerine, işyerlerine kırmızı zemin üzerinde siyah, çift başlı kartallı Arnavut bayrağı asıyor.Tetovo’da trafik düzenine pek uyulmuyor; arabalar gelişigüzel caddeye konuluyor.

Kalkandelen’in simgesi Alaca Câmii,  ya da diğer adıyla Paşa Câmii’dir. Câmi Pena nehrinin sağ yakasında, eski köprü ve hamamın yakınındadır.  1495 yılında Hurşide ve Mensure isimli iki kız kardeş tarafından inşa ettirilmiş. 17 y.y sonlarında Kalkandelen’de meydana gelen yangında hasar görmüş.19.y.y’da Abdurrahman Paşa tarafından onartılmış.

Bu câmiyi diğerlerinden ayıran fark, sadece iç duvarları değil, dış duvarlarının da solmayan renklerle nakış nakış işlenmiş olmasıdır. Minber, mihrap beyaz mermerden süslemeli olarak yapılmış. İç dekorasyonda Mekke manzaraları çizilmiştir. Paşa Câmii, kırmızının hâkim olduğu renkli süslemeleri, ince işleriyle insanda hayranlık uyandırıyor. Renklerin ilk günkü kadar canlı olması için boyalarda 55 bin yumurta akı kullanıldığı söyleniyor. Bu güzel eserin bânisi olduğu söylenen iki kız kardeşin mezarlarının bulunduğu zarif Osmanlı türbesi de câminin bahçesindedir.

Kalkandelen Harâbâtî Baba Bektaşi Tekkesi

Kalkandelen’de ikinci durağımız Harâbâtî Baba Tekkesi oldu. Türkler Balkanlar’da misyoner dervişler eliyle büyümüş. Kolonizatör Türk dervişleri hem ülkeler almış, hem de insanlara kendi inanç ve kültürlerini benimsetip, sevdirmiş. Bektaşilik, Harâbâtî Tekkesi ile yüzyıllarca bu bölgedeki ve insanlara hoşgörüyle hizmet etmiş.  Burası Makedonya’daki Bektaşilerin merkezi olduğu gibi, Bektaşiliğin Balkanlar’daki en önemli yapılarından birisi olmuş. Girişten sonra grubumuzu üstü ahşap bir çatıyla örtülmüş şadırvanda misafir ettiler. Burada tekke görevlisi gencin anlattığına göre; “Harâbâtî Baba Tekkesi,  geniş bir alanda yedi binadan oluşmaktadır. Tekke, Sersem Ali Baba tekkesi olarak da adlandırılıyor. Bu isimlerin kaynağı ise tekkeyi kuran târihî karaktere dayanır: Server Ali Paşa, Kanûnî Sultan Süleyman’ın sadrazamlarından birisi iken intisap ettiği Bektaşilik’e hizmet etmek ister. Kanûnî de, “Senin adın bundan böyle sersem olsun” der. Sersem Ali Dedebaba’nın, 1526 yılında kurduğu Harâbâtî / Sersem Ali Dedebaba Dergâhı’nda kendisinden sonra birçok ünlü Bektaşi babası hizmet etmiş.”

Eski Yugoslavya döneminde Harâbâtî Baba tekkesi otel, lokanta ve turistik eğlence yeri yapılmış. Arnavut genç bu dönemi üzüntü ile anlatarak, dergâhın şimdi artık kuruluş gayesine uygun olarak kullanıldığını söyledi. Bize bu külliye- dergâhın bazı binalarını gösterdiler. Girişte kapıda Arnavut bayrağını, içerdeki binada Türk bayrağını; dergâh odalarında Hz. Ali tasvirlerini, eski ve yeni Bektaşi dedelerinin resimlerini gördük.

Kalkendelen’den ayrıldıktan sonra yolda dağın tepesinde millî parkta duruyoruz. Dün akşamki yağmurdan dolayı hava serin. Güzel, yeşil bir tabiat içinde, fatih atalarımızın atlarıyla geçtiği yollardan Manastır’a gidiyoruz.

Manastır (Bitola)

Manastır 1382’de 1.Murad döneminde Timurtaş Bey tarafından Türk topraklarına katıldı. 1914’e kadar 530 yıl Osmanlı idaresinde kaldı. Manastır’da önce Cumhuriyetimizin kurucusu büyük Atatürk’ün 1896- 1899 yıllarında okuduğu Askeri İdadi (Lise) binasına gidiyoruz.  İki katlı, güzel bir yapı olan bina günümüzde etnografya müzesi olarak kullanılıyor. Müze içinde Türkiye tarafından 1998’de Atatürk anısına yapılmış 120 metrekarelik odayı ziyaret ettik. Burada Atatürk’ün balmumu heykeli, büstü ve bazı eşyaları ile hayatı, katıldığı savaşlar, devrimleri, veciz sözlerini içeren bilgiler, fotoğraflar ve Atatürk ile ilgili Türkçe ve diğer dillerde yayımlanmış kitap, broşür ve dergiler sergileniyor. Atatürk'ü anlatan belgesel Türkçe, İngilizce ve Makedonca dillerinde izlenebiliyor.   Askeri idadi öğrencilerinin o dönemde giydiği üniformalar var. Bizi heyecanlandıran bu ziyaretten sonra Atatürk’ün de yürüdüğünü düşündüğümüz Manastır sokaklarına girdik.

Hafta arasında bu sabah saatlerinde bütün kahve ve lokantaların insanlarla dolu olduğunu hayretler içinde gördük. Galiba bütün Manastırlılar işsiz, güçsüz idi ve hepsi bu yüzden kahveleri doldurmuştu.75 bin nüfuslu Manastır’ın  %88’i Makedon, %4’ü Arnavut, %2’si Türk’müş.

Şehirde bizden kalan Yeni Câmii’yi gördük. Kapalı olan bu câmi restore edilecekmiş. Şarkıda geçtiği gibi Manastır’ın ortasındaki havuzun etrafında oturduk, çeşmesine baktık. İshakiye Câmii’ni Tika restore ettirmiş. Bedesten’i, Türk çarşısını gezdik. Buradan Resne’ye hareket ettik.

Resne

Resne 1385 yılından 1914 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmış.1897 yılında Türk-Yunan savaşında kahramanlıklar gösteren ve daha sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen üyelerinden biri olarak tanınan Resneli Niyazi bu şehirdendir. Resneli Niyazi’nin bu şehirde yaptırdığı saray evini ziyaret ettik. Resne’de nüfusun çoğunluğu Arnavut. Resne’nin etrafı bizim Amasya elmasına benzeyen elma yetiştirilen bahçelerle çevrili idi.

Ohri Gölü ve Ohri Şehri

Resne’den Ohri gölü kıyısında bulunan Struga’daki otelimize geldik.  Denizden 700 metre yüksekliğinde olan Ohri, 300 metre derinliğiyle Avrupa’nın en derin gölü imiş. Berrak bir suyu olan bu gölden çıkarılan alabalığa benzer bir balığın pullarından Ohri incisi, denilen bir inci yapılıyor. Çok güzel bir göl olan Ohri ve çevresi 1395’de Osmanlı hâkimiyetine girmiş. Struga’da fazla bir şey görmedik.

Aziz Naum (St. Naum)

Struga’da otelden sabah erken saatlerde ayrılıp  önce Ohri Gölü’nün kıyısından gidip, muhteşem manzaralar görerek St.Naum’a ulaştık. Millî bir park olduğu için çok güzel korunan bu yerde piknik yapmak, mangal yakmak, gölde yüzmek yasaktı ve bu nedenle çevre temizdi. Önce tepede manastırı ve kilisesini gördük. İçerde ikonalar ve Hristiyanlıkla ilgili semboller vardı. Bir odada da Sarı Saltuk’a ait olduğu söylenen makam, mezar vardı. Balkanlarda Sarı Saltuk çok sevilen bir evliyamız. Onun adına çeşitli yerlerde sembolik mezarlar yapılmış. Onun hakkında anlatılan efsaneyi gezimizin Bosna-Blagay durağında gördüğüm Sarı Saltuk türbesiyle ilgili olarak anlatmak istiyorum.

Buradan Ohri gölünün nefes kesici güzelliğini ve Arnavutluk’a ait karşı kıyıları seyrettik. Göle dökülen nehirde tekne ile gezinti yaptık. Berrak, tertemiz,  12 derece soğuk olan bu suda kayıkçı Nikola hem kürek çekti, hem de Mekodanca, Türkçe şarkılar söyledi. Biz de ona iştirak ettik. Burada Ohri ya da Makedonların Ohrid dedikleri şehre geldik. Ohri sokakları, evleri, minâreleri ve câmileri ile tam bir Türk şehri idi. Ohri Câmii’ni, Türk çarşısını, Bedesten’i saat kulesini, hamamı, İshak Bey Câmii’ni gördük.

Bizim Safranbolu evlerine benzeyen konakların bulunduğu sokaklardan geçerek tepeye kadar çıktık. Orada bir câmi yıkılıp kilise yapılmış. “Elvada Rumeli” dizisi Ohri’de çekilmiş. Karşı tepedeki konak dizide hükümet konağı olarak kullanılmış. Bir Türk’ün lokantasında kaşarlı köfte yedik.   Çarşıda konuştuğumuz Vedat isimli Türk kuyumcu bizden Türk bayrağı istedi; bizi kahve içmeye davet etti. Yaptığımız sohbette baba mesleğini nesillerdir ailesine ait bu dükkânda devam ettirdiğini, çocuklarını Türkçe derslere gönderdiğini söyledi.

Rehberimizin otelimize dönmek üzere, seyahat grubunun buluşma yeri olarak belirlediği, çarşıda câminin önündeki çınar ağacının altında toplandık. Orada seyahat grubumuzdan genç Serkan yerli halktan birinden bulduğu davula vurunca grubumuzdan hanımlar ve beylerin Ohri çarşı meydanında el ele tutuşarak halay çekmesi hoş bir manzaraydı. Türkiye’de evimizde gibiydik.

Böylece gezimizin Makedonya bölümünü bitirip otele döndük.

Arnavutluk, Tiran

Struga’dan, otelimizden pek fazla uzak olmayan Arnavutluk sınırına hareket ettik. Bizim eski İpsala kapısına benzer bir yere geldik. Önce Makedon polislerine pasaportlarımız üst üste resim sayfaları açık ve arasına rüşvet parası konularak verildi. Oradan geçip Arnavutluk sınır kapısına geldik. Tekrar aynı şekilde pasaportlar bu tarafın polisine verildi. Orayı da geçip Arnavutluk’a girdik. Dağlar arasından ve yeşil bir tabiat içinden geçip bir kahve-lokanta mola yerinde durduk. Aynı Anadolu’da otobüs mola yerlerinde olduğu gibi otobüsü yıkadılar. Tuvalet aynı Türkiye’de olduğu gibi “Tuvalet” olarak yazılıyordu. Bahçede oturup yanında suyuyla Türk kahvesi içtik. Arnavut köyleri şehirleri bizim 70’li, 80’li yıllardaki halimiz gibi. Enver Hoca ülkesini imar edeceği yerde bilinmeyen bir düşmana karşı 750.000 beton sığınak yaptırmış. Rehberimizin anlattığına göre; “Arnavutlar tarih boyunca hep kuvvetlinin yanında olmuş. Arnavutlar Ortodoksluğu Slavlar arasında erimemek için seçmemişler. Katolik olmuşlar ve 14.y.y’dan itibaren Osmanlı hâkimiyeti yıllarında İslam dinine girmişler. Arnavutlara “Hangi dindensin?” diye sorulduğunda, ister Hristiyan, ister İslam dininden olsunlar, “Arnavut dinindenim” diye cevap veriyorlarmış.

Enver Hoca denen Ataist diktatör; ülkede Osmanlı döneminde yapılan bütün câmileri yıktırmış. Bu nedenle bu ülkede doğru düzgün bir eserimiz kalmamış. Enver Hoca zamanında yapılan basit, iptidai tren yolları, yollar, fabrikalar atıl bir vaziyette kalmış. Ohri- Tiran arasında tünel ve otoban yapılıyor.  Yol kenarları hep plastik, pet şişe ve ambalaj artıklarıyla dolu. Kapitalist sistem şimdiden çevre kirliliğini başlatmış.

Arnavutluk 1447 yılında 2.Murad döneminden itibaren fethedildi ve Balkan savaşları zamanında elimizden çıktı. Öğlene doğru döküntü mahallelerden 400 bin nüfuslu Tiran’a girdik. Şehir 70’li yıllardaki Anadolu şehirleri gibi idi. Şehrin ana meydanına geldik. Ortasında atının üzerinde elinde kılıçla İskender Bey’in heykelinin bulunduğu bu meydanın etrafında Opera, müze ve önemli bakanlık binaları var. Meydanda ayrıca Osmanlı döneminden nasılsa kalabilen iki eser;  18.y.y’da Tiran Valisi Ethem Bey tarafından yaptırılmış Ethem Bey Câmii ve 35 metre yüksekliğinde saat kulesi var. Meydana adı verilen İskender Bey, 2.Murat zamanında Osmanlı sarayında yetiştirilen bir Arnavut Beyi’nin oğlu idi. Büyüyüp Osmanlı ordusunda görevler alıp sancakbeyliğine kadar yükselen İskender, kral olmak için Arnavutluk’a firar etti, tekrar Hristiyanlığa geçen ve Osmanlı’ya isyan bayrağını açan İskender Bey’le mücadele 25 yıldan fazla sürdü. Ancak onun ölümünden sonra Osmanlı Arnavutluk’un tamamını topraklarına kattı. Şimdi İskender Bey’in Arnavutluk’ta millî kahraman yapılması Hristiyan Batı’nın tesiriyledir. Son yıllarda Rahibe Terasa’nın Arnavutluk ve Makedonya’da bir idol haline getirilmesi de aynı yönde bir çalışmadır.

Tiran’da öğle yemeği molasından sonra İşkodra’ya hareket ettik. Yolda Lezhe şehri kalesini ve İskender Bey’in mozolesini gördük.

İşkodra

İşkodra tarihimizde ünlü bir şehirdir. Burayı Balkan Savaşları sırasında Hasan Rıza Paşa, kahramanca, şerefle korudu. Düşmanı İşkodra’ya sokmadı. Padişah Abdülhamit’e tahttan indirilme kararını tebliğ edenlerden biri olan Esat Toptani denilen Arnavut, Hasan Rıza Paşa’ya suikast düzenleyerek düşmanın kaleye girmesini sağladı. Bu hain adamın isminin Tiran’da bir caddeye verilmiş olduğunu gördüm. Şehirde aynı Kalkandelen’de olduğu gibi renkli ama yeni zamanlarda yapılmış câmiler ve Osmanlı stili minareler var. Şehir merkezindeki otelimize geldik. İşkodra canlı bir şehirdi. Otelin yanındaki sokak Bodrum Barlar sokağını andırıyordu. Hafta ortası olmasına rağmen, otelimizin terası ve bu sokak tıklım tıklım gençlerle doluydu. Arnavutlar da kalkınmadan batı’nın  bu yönlerini almışlar.

Sabah karşımızdaki câmiden Türkiye’de okunan makamlı ezanlar gibi olmayan düz ezanla uyandık.

Karadağ

Sabah 7.30 yola koyulduk. 2006 yılında bağımsızlığına kavuşmuş, dünyanın en genç devletlerinden olan Karadağ’a girdik. Fatih Sultan Mehmet bu ülkeyi almakla beraber,  özerklik statüsü verdi. Karadağ,1878’de Türk-Rus harbinden sonra Osmanlı’dan ayrıldı. Bu küçük ülkenin nüfusu yalnız 610.000 civarındadır ve bu nüfusun %67’sini Slavlar, %17’sini Arnavutlar oluşturmaktadır.

Deniz kenarından giderek daha ziyade Arnavut köylerinden geçerek 10.000 nüfuslu Budva isimli sahil şehrine geldik. Eski şehir kısmı bir kalenin içinde idi. Bu kale şehrin dar sokaklarında dolaştık. Gine yola düşüp bizi güzelliği ile şaşırtan Kotor isimli sahil şehrine geldik. Buranın da Budva gibi kale içinde güzel evleri olan dar sokaklarında dolaştık. Şehrin arkasında yükselen dağın tepesinde dik bir yoldan ulaşılan kalesi vardı. Buraya gruptan ancak iki genç arkadaşımız çıktı. Deniz kenarındaki surlar ve kale buraya bizim Bodrum kalesi gibi masalımsı bir çehre veriyordu. Çok sayıda turistin olduğu Kotor’da daha fazla kalmak isterdik, ancak yolumuza devam etmeliydik. Sınır kapılarından geçerek Bosna’ya, daha doğrusu bu ülkenin Sırp bölgesine girdik. Trebinje denilen şehirde otelimize geldik. Yerleştikten sonra 32 km. uzaklıkta olan Hırvatistan topraklarındaki Dubrovnik’e hareket ettik.

Hırvatistan-Dubrovnik

Dağlar üzerinden, yan tarafımız uçurum olan bir yoldan aşağıya indik. Deniz üzerinde güneşin batışı ve Dubrovnik’in görünüşü harika idi. Yolda rehberimizin  anlattığı öykü çok ilginç ve ibret verici idi. Zamanında Bosna Hersek’in denize çıkış toprakları olan bu bölge Bosnalı bir ağaya aitmiş. Bu ağa topraklarını bir Hırvat’a  satmış. Şimdi Bosna’nın bu bölgede denize çıkışı ancak Hırvatistan üzerinden mümkünmüş. Yabancıya toprağını satanın başına işte böyle işler geliyor.

Gezdiğimiz Balkan ülkelerinden yalnız Hırvatistan Avrupa Birliği’nde olduğu için Türkler buraya vize ile girmek zorundaydı.  Dubrovnik ticaretle zengin olmuş biblo gibi bir şehir. Bunu da Osmanlı himayesinde ticaret yaparak başarmışlar. Dubrovnikliler ileriyi gören insanlarmış. Daha Sultan Orhan zamanında Bursa’ya elçi göndermişler, himaye karşılığı ticaret yapma imtiyazı istemişler. 1365’de Sultan 1.Murat zamanında Osmanlı Dubrovnik’e bu ayrıcalığı bir fermanla tanımış. Dubrovnik vergisini vermiş, Osmanlı buna karşılık ticaret yapma imtiyazı vermiş. Dubrovnik’in Osmanlıya verdiği vergi kazandığının yanında devede kulakmış.1815 Viyana Kongresi şehri Avusturya yönetimine verdi. 443 yıllık Osmanlı hâkimiyeti bitti. 1992’de Yugoslavya iç harbinde Sırp topçuları şehri dövdü. Binalar hasar gördü. 2005’de yıkılan binalar restore edildi.

Bu güzel şehirde eski yapıları gezdik ve bu arada Müslümanlar için açık olan mescidi bulduk. Burada Müslüman Boşnaklarla konuştuk. Bizi kardeşçe karşıladılar. Yemek yemeye davet ettiler. Mescitlerini gezdirdiler. Dubrovnik’te 5000 Müslümanın yaşadığını söylediler. Dubrovnik’i gezdikten sonra gece 23’de sınırları geçerek otelimize geri döndük.

Kasım/ 2014