“1-Dört yaşındaydım bana Arapça öğretmeye başladılar. Çünkü Arapçayı öğrenmeyen Osmanlıca bilemezdi. Ama Arapça öğretilenlerden hiçbiri, Arapçayı öğrenmiş olmazdı. Peki, Osmanlıca öğrenebilir miydi? Hayır! Ne denli Arapça ve Farsça öğrenirsen öğren, yine de Osmanlıcayı tam öğrenemezdin.
Ben dokuz yaşıma dek Arap ‘sarf ve nahv’ini, ‘emsile, bina, maksud’ hatta Arapçanın ‘avamil’ denilen bölümlerini okumuştum, yani Osmanlıcayı iyi bilenlerden sayılırdım. O yaşımda, sınava girecek imamlara Arapça dersi bile verirdim. Yine de Cumhuriyet Gazetesinin o zamanki köşe yazarı Abidin Dâver’in yazısının sürekli başlığını ‘Hem Na’lene Hem Meyhane’ diye okur, bundan bir anlam çıkaramaz, bilgisizliğim ortaya çıkmasın diye de bu başlığın ne demek olduğunu kimseye soramazdım. ‘Hem Na’lene Hem Meyhane’ diye okuduğum yazının ne olduğunu, doğru okunuşunu ancak yeni abeceyle basılmasıyla öğrenebilmiştim: ‘Hem Nalına Hem Mıhına’. Ne çok utanmıştım.
Osmanlıca hiçbir zaman öğrenilemeyen yapay bir dildi.
Babam benin saygın kişilere,
-Mahdum bendeniz!.. diye tanıtırdı.
Niçin oğlum demiyor da ‘mahdum bendeniz’ diyor diye yerin dibine geçerdim. Salt babam değil, herkes böyleydi. Konuşma dilinde en çok kullanılan ‘bendeniz’le ‘zatıâliniz’ idi. Erkekler incelik olsun diye eşlerini,
-Refikam cariyeniz… diye tanıtırlardı.
Niçin böyleydi? Günlük yaşamda anadilimizle konuşur ama yazarken ve saygın kişilerle konuşurken Hacivatça konuşulurdu. Çocukluğum bu Hacivatçadan utanmakla geçti.
Çocukluğumun dil sorunu, Hacivatçadan utanmaktı.
2-Lisedeyken birçok arkadaşım, ezberleyerek söyledikleri Arapça bilimsel terimlerin anlamını bilmedikleri ya da bildikleri bişeyin, Arapça terimini bilmedikleri için sınıfta kalmış ve okuldan atılmışlardır.
Örneğin ‘teşrih’ ve ‘vücud-u beşer’ denilen fizyoloji dersinde bir arkadaşımızı ‘akciğer’ dediği için öğretmenimiz, ‘Burası ciğerci dükkânı değil, defol!’ diyerek derslikten kovmuştu. Akciğeri bilmek yetmez, akciğerin ‘rie’ demek olduğunu da bilmek gerekirdi. Ama hiç kimse ‘Riem hasta, riem ağrıyor’ demez ‘ciğerim hasta’ derdi.
Bu ikili dil, ikiyüzlü insan yetiştiriyordu. İkiyüzlü ve kafası iki bölmeli insan… Benim gençliğim ikiyüzlü insan yetiştiren ikiyüzlü dille eğitimle geçti. ‘Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan’, ‘Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı haricetan’… Bunları ezberlemek bilgi edinmek demekti. ‘İçters açılar’, ‘dışters açılar’ demek, Türkçe olduğu için bayağı görülüyordu. Gençliğimizin dil sorunu, dilde ve dilden tüm yaşama geçen ikiyüzlülüktü.
3- O zamanlar gerçekten Atatürkçü generaller vardı. Kendilerine paşa denilmesine kızarlardı. Çünkü yasa onlara general diyor ve onlar da yasalara uyuyorlardı. Çünkü paşalık, Osmanlılıkla birlikte geride kalmıştı ve onlar ilericiydiler.
Önce ‘cemaziyülevvel, cemaziyülahır’dan kurtulmuştuk. Sonra ‘teşrinievvel, teşrinisan, kânunuevvel, kânunusani ve mülazimievvel, mülazimisani’den kurtulduk. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşında ‘mülazımlar’ı yüzbaşıları olan o generallerin ben teğmeni idim. Hepsi de dil özleşmesinden yanaydı. Bir General Kurtcebe vardı ki, bütün yaşamımda ondan daha coşkulu bir dil özleştirmecisi ve özdilin uygulayıcısı görmedim. Yemekten sonra ‘Afiyet olsun mu diyelim yarasın mı?’ Ben o zamanki alışkanlığımla bugün hâlâ ‘yarasın’ demekteyim yadırgansam bile… Çünkü aklım ‘yarasın’ı, ‘afiyet olsun’dan daha doğru, daha güzel ve daha benim buluyor. Bugün hâlâ ‘bay-bayan’ın, salt mektup zarflarında kaldığını söyleyenler var. Bay ve bayan, soyadları içindir, küçük adlar için değil. Soyadını kullanmazsan, elbet bay-bayan da zarflarda kalır. General Kurtcebe, herkesi soyadı ile çağırırdı.
Gazi Paşa, paşaydı. İsmet Paşa, paşaydı. Fevzi Paşa, paşaydı. Çünkü onlar tarihti. Ama coğrafyamızda paşa yok, general vardı.
Gençliğim, Türkçe’nin özleşmesi coşkusuyla, sevinciyle geçti. Sorunum, daha öz, daha yalın konuşup yazarak halkımla bütünleşmekti, kendi dilimi arayıp bulmaktı.
4- Yazar oldum. 1945 yılında, daha otuz yaşındayken Tan Gazetesi köşe yazarıydım. (O zaman, ancak yaşını başını almış olanlar köşe yazarı olabilirlerdi.) Bir köşeyazımın konusu şuydu: Üç kuşak, dede, oğul, torun konuşuyorlar ama dil kargaşası yüzünden birbirlerini anlayamıyorlar. Yazım gülmece değil, gülünçtü. Sözde dil özleşmesiyle alay etmiştim. Bu yazım büyük yankı uyandırdı. Telefonlar, mektuplar geldi. Beni kutluyorlardı. Eski kuşaktan kimi yazarlar da beni kutlamışlardı. Ama bu gazete yazarları, benim yazılarını sevdiğim, düşüncelerini beğendiğim, dünya görüşlerini doğru bulduğum kişiler değildi. İşte o zaman düşündüm. Ben nasıl bir yanlış yaptım ki, bu tutucular, gericiler beni beğeniyor?
Bu çok önemli bire ölçüttür. Karşıtı oldukların seni beğeniyorsa, bir yanlış yöne saptın demektir.
Bu kutlamalar beni uyardı. Dil konusunda okudum. Dilde özleşmeden yana olanlarla karşıtı olanların düşüncelerini öğrendim. Doğruyu yanlışı seçtim. O dönemde dil sorunum salt Arapça, Farsça değil, İngilizcesiyle, Fransızcasıyla, bütün yabancı sözcüklerin, terimlerin, deyimlerin yerine okurları zorlayarak değil, alıştırarak sözcükleri sevdirerek, en uygun en benimsenen Türkçelerini koymaya çalışmak…
5- Gelelim günümüze: İki türlü inat vardır, biri kör inat, halkımızın ‘inadım inat, kıçım iki kanat’ dediği aptal inadı, dediğim dedik inadı, yanlışından dönmeme ve ders almama inadı, inanç inadı, öbürü de aydın inadı. Nedir aydın inadı? Düşüne düşüne, araştıra araştıra, kuşkulardan geçe geçe ulaştığın doğruyu, bütün tehlikeleri göz alarak savunmak inadı… Bugün dildeki sorunum, işte bu aydın inadı çizgisidir. Hem de Atatürk’ün adına Atatürk’ün dil ilkelerini-bütün öbürleri gibi-tersyüz ediyorsunuz, öyleyse ben daha da çok arı dilden, öz dilden yanayım. Ne iyi ki böyle inatçılarımızım sayısı hiç de az değil.”
(Nişantaşı 8 Şubat 1985/Milliyet Sanat Dergisi 15 Şubat 1985)
Aziz Nesin bu yazıyı yazalı 35 yıl olmuş. Köprülerin altından nice sular geçti o yıllardan bu yıllara dek. Arı Türkçeye, Öztürkçeye özen ve inatlar azaldı. Dilimiz bir yandan batı dillerinin istilasına uğrarken, öte yandan İslamcı ve Türk-İslamcı çevreler işi Osmanlıcacılığa döktüler. Artık Osmanlıca kursları açılır oldu, hem de “Osmanlı Türkçesi” denilerek.
Şunu hiç anlamamışımdır; şunun bunun soyunu sopunu araştırmaya, şuna buna soyu ve sopu nedeniyle olmadık kulplar takıp suçlamalar yöneltenler, sıra sözcüklerin kökenini araştırmaya gelince yan çizmekte ve onlara “Türkçeleşmiş Türkçe” demektedirler. Oysaki bir ulusu var eden ve yaşatan ırk birliği değil, dil birliğidir.
Ben dokuz yaşıma dek Arap ‘sarf ve nahv’ini, ‘emsile, bina, maksud’ hatta Arapçanın ‘avamil’ denilen bölümlerini okumuştum, yani Osmanlıcayı iyi bilenlerden sayılırdım. O yaşımda, sınava girecek imamlara Arapça dersi bile verirdim. Yine de Cumhuriyet Gazetesinin o zamanki köşe yazarı Abidin Dâver’in yazısının sürekli başlığını ‘Hem Na’lene Hem Meyhane’ diye okur, bundan bir anlam çıkaramaz, bilgisizliğim ortaya çıkmasın diye de bu başlığın ne demek olduğunu kimseye soramazdım. ‘Hem Na’lene Hem Meyhane’ diye okuduğum yazının ne olduğunu, doğru okunuşunu ancak yeni abeceyle basılmasıyla öğrenebilmiştim: ‘Hem Nalına Hem Mıhına’. Ne çok utanmıştım.
Osmanlıca hiçbir zaman öğrenilemeyen yapay bir dildi.
Babam benin saygın kişilere,
-Mahdum bendeniz!.. diye tanıtırdı.
Niçin oğlum demiyor da ‘mahdum bendeniz’ diyor diye yerin dibine geçerdim. Salt babam değil, herkes böyleydi. Konuşma dilinde en çok kullanılan ‘bendeniz’le ‘zatıâliniz’ idi. Erkekler incelik olsun diye eşlerini,
-Refikam cariyeniz… diye tanıtırlardı.
Niçin böyleydi? Günlük yaşamda anadilimizle konuşur ama yazarken ve saygın kişilerle konuşurken Hacivatça konuşulurdu. Çocukluğum bu Hacivatçadan utanmakla geçti.
Çocukluğumun dil sorunu, Hacivatçadan utanmaktı.
2-Lisedeyken birçok arkadaşım, ezberleyerek söyledikleri Arapça bilimsel terimlerin anlamını bilmedikleri ya da bildikleri bişeyin, Arapça terimini bilmedikleri için sınıfta kalmış ve okuldan atılmışlardır.
Örneğin ‘teşrih’ ve ‘vücud-u beşer’ denilen fizyoloji dersinde bir arkadaşımızı ‘akciğer’ dediği için öğretmenimiz, ‘Burası ciğerci dükkânı değil, defol!’ diyerek derslikten kovmuştu. Akciğeri bilmek yetmez, akciğerin ‘rie’ demek olduğunu da bilmek gerekirdi. Ama hiç kimse ‘Riem hasta, riem ağrıyor’ demez ‘ciğerim hasta’ derdi.
Bu ikili dil, ikiyüzlü insan yetiştiriyordu. İkiyüzlü ve kafası iki bölmeli insan… Benim gençliğim ikiyüzlü insan yetiştiren ikiyüzlü dille eğitimle geçti. ‘Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan’, ‘Zaviyetan-ı mütekabiletan-ı haricetan’… Bunları ezberlemek bilgi edinmek demekti. ‘İçters açılar’, ‘dışters açılar’ demek, Türkçe olduğu için bayağı görülüyordu. Gençliğimizin dil sorunu, dilde ve dilden tüm yaşama geçen ikiyüzlülüktü.
3- O zamanlar gerçekten Atatürkçü generaller vardı. Kendilerine paşa denilmesine kızarlardı. Çünkü yasa onlara general diyor ve onlar da yasalara uyuyorlardı. Çünkü paşalık, Osmanlılıkla birlikte geride kalmıştı ve onlar ilericiydiler.
Önce ‘cemaziyülevvel, cemaziyülahır’dan kurtulmuştuk. Sonra ‘teşrinievvel, teşrinisan, kânunuevvel, kânunusani ve mülazimievvel, mülazimisani’den kurtulduk. Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşında ‘mülazımlar’ı yüzbaşıları olan o generallerin ben teğmeni idim. Hepsi de dil özleşmesinden yanaydı. Bir General Kurtcebe vardı ki, bütün yaşamımda ondan daha coşkulu bir dil özleştirmecisi ve özdilin uygulayıcısı görmedim. Yemekten sonra ‘Afiyet olsun mu diyelim yarasın mı?’ Ben o zamanki alışkanlığımla bugün hâlâ ‘yarasın’ demekteyim yadırgansam bile… Çünkü aklım ‘yarasın’ı, ‘afiyet olsun’dan daha doğru, daha güzel ve daha benim buluyor. Bugün hâlâ ‘bay-bayan’ın, salt mektup zarflarında kaldığını söyleyenler var. Bay ve bayan, soyadları içindir, küçük adlar için değil. Soyadını kullanmazsan, elbet bay-bayan da zarflarda kalır. General Kurtcebe, herkesi soyadı ile çağırırdı.
Gazi Paşa, paşaydı. İsmet Paşa, paşaydı. Fevzi Paşa, paşaydı. Çünkü onlar tarihti. Ama coğrafyamızda paşa yok, general vardı.
Gençliğim, Türkçe’nin özleşmesi coşkusuyla, sevinciyle geçti. Sorunum, daha öz, daha yalın konuşup yazarak halkımla bütünleşmekti, kendi dilimi arayıp bulmaktı.
4- Yazar oldum. 1945 yılında, daha otuz yaşındayken Tan Gazetesi köşe yazarıydım. (O zaman, ancak yaşını başını almış olanlar köşe yazarı olabilirlerdi.) Bir köşeyazımın konusu şuydu: Üç kuşak, dede, oğul, torun konuşuyorlar ama dil kargaşası yüzünden birbirlerini anlayamıyorlar. Yazım gülmece değil, gülünçtü. Sözde dil özleşmesiyle alay etmiştim. Bu yazım büyük yankı uyandırdı. Telefonlar, mektuplar geldi. Beni kutluyorlardı. Eski kuşaktan kimi yazarlar da beni kutlamışlardı. Ama bu gazete yazarları, benim yazılarını sevdiğim, düşüncelerini beğendiğim, dünya görüşlerini doğru bulduğum kişiler değildi. İşte o zaman düşündüm. Ben nasıl bir yanlış yaptım ki, bu tutucular, gericiler beni beğeniyor?
Bu çok önemli bire ölçüttür. Karşıtı oldukların seni beğeniyorsa, bir yanlış yöne saptın demektir.
Bu kutlamalar beni uyardı. Dil konusunda okudum. Dilde özleşmeden yana olanlarla karşıtı olanların düşüncelerini öğrendim. Doğruyu yanlışı seçtim. O dönemde dil sorunum salt Arapça, Farsça değil, İngilizcesiyle, Fransızcasıyla, bütün yabancı sözcüklerin, terimlerin, deyimlerin yerine okurları zorlayarak değil, alıştırarak sözcükleri sevdirerek, en uygun en benimsenen Türkçelerini koymaya çalışmak…
5- Gelelim günümüze: İki türlü inat vardır, biri kör inat, halkımızın ‘inadım inat, kıçım iki kanat’ dediği aptal inadı, dediğim dedik inadı, yanlışından dönmeme ve ders almama inadı, inanç inadı, öbürü de aydın inadı. Nedir aydın inadı? Düşüne düşüne, araştıra araştıra, kuşkulardan geçe geçe ulaştığın doğruyu, bütün tehlikeleri göz alarak savunmak inadı… Bugün dildeki sorunum, işte bu aydın inadı çizgisidir. Hem de Atatürk’ün adına Atatürk’ün dil ilkelerini-bütün öbürleri gibi-tersyüz ediyorsunuz, öyleyse ben daha da çok arı dilden, öz dilden yanayım. Ne iyi ki böyle inatçılarımızım sayısı hiç de az değil.”
(Nişantaşı 8 Şubat 1985/Milliyet Sanat Dergisi 15 Şubat 1985)
Aziz Nesin bu yazıyı yazalı 35 yıl olmuş. Köprülerin altından nice sular geçti o yıllardan bu yıllara dek. Arı Türkçeye, Öztürkçeye özen ve inatlar azaldı. Dilimiz bir yandan batı dillerinin istilasına uğrarken, öte yandan İslamcı ve Türk-İslamcı çevreler işi Osmanlıcacılığa döktüler. Artık Osmanlıca kursları açılır oldu, hem de “Osmanlı Türkçesi” denilerek.
Şunu hiç anlamamışımdır; şunun bunun soyunu sopunu araştırmaya, şuna buna soyu ve sopu nedeniyle olmadık kulplar takıp suçlamalar yöneltenler, sıra sözcüklerin kökenini araştırmaya gelince yan çizmekte ve onlara “Türkçeleşmiş Türkçe” demektedirler. Oysaki bir ulusu var eden ve yaşatan ırk birliği değil, dil birliğidir.