Sözü, özü, ezgisi aşk dolu bir türkü söylüyor…
Çok güzel bir hanım. Vücut manken, yüz bebek… Gözleriyse konumuzla yakından ilgili, aşk oldu mu çünkü işin içinde, oraya bakılır ilk önce. Gözleri biçimsel olarak, tastamam mühür… Gelgelelim bakışlarında aşk yok; donuk, anlamsız, cansız…
Bakışlarda aşk… Bu nasıl olur? O bakışlar aşk saçar, yaşar söylediği türküyü, yaşatır hatta. “Lambada titreyen alev üşüyor” derken, o alevin bir âşık yüreği olduğunu duyumsatır size. “Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” öyle bir der ki, Mihriban işte budur dersiniz, o Mihriban’ı bu derece seven yüreği imgelemeye başlarsınız.
Var mı bunlar? Yok. Aşk yok, meşk var. Yüz ve göz ifadelerinden, yapmacık gülücüklerinden bunu çıkarıyorum. Meşk… Yani ders alır, ders verir, iş görür, yasak savar gibi… Gönlü aşkla coşa gelmemiş, fukara ve sığ…
Ve bir hesaplılık sızıyor, seziliyor yırlamasından… Kuşkulanıyorsunuz, deneyimleriniz bu kuşkunuzu besliyor. O Kurum’da onca değerli sanatçı kızakta ve yasakta iken, o yaşta, arkanız olmadan öyle haftalarca sürecek bir programı yaptırtmazlar size. Sonra bir araştırıyorsunuz, izlemeye alıyorsunuz, neler çıkıyor neler…
Bu cin olmadan adam çarpmayı öğrenen hatun-sanatçı; ilgi çekmeyi, kan alacak damarı ve hayranca bakmaları iyi biliyor (aşk olmayan gözlerde bu hayranlık var, hem de istemediğiniz kadar), “Ben buradayım, minnettarınızım, emrinizdeyim, desteğinizi beklerim” havaları… Ve programında, Başyüce’nin başusvericisinin rüştünü ispat edememiş bestelerine özel muamele yapıp büyük sanat yapıtı gibi sunuyor, okuyor…
Aşka düşenlerin, sevda çekenlerin, aşkın ve âşıkların hâlini bilenlerin kitabında, gönlünde, gündeminde bunlar olamaz, varsa aşk yoktur “aşk için” diye adlanan o yayında.
Yok işte, aşk yok bu yüzde, bu seste, bu kafada. Dili aşk dese de gözleri tek hedef yükseliş, fırsat, daha daha daha, diyor. Aşkı da bilmiyor zaten, yaşamamış, aşk hakkında iki dakika konuş deseniz, iki cümle edemez, türkü sözlerine sığınır.
Çıkıyor, çıkarılıyor egemen gücün ittirmesiyle oraya, aşkı da araç ediyor kişisel geleceğine, o sırnaşık partneri ile birlikte.
Ve yıllarını o kuruma vermiş nice sanatçıya artık yasak oralar, önünden bile geçemiyorlar. Alın size ülkede yaşanan kayırma-doyurma devranından bir kesit işte…
Suçu sevda olunca Ahmet Arif’in
Ahmet Arif, elinde tahta bavulu, sırtında çarşafsız yorganı, sağında solunda iki polis memuruyla Ankara Garı’ndan trene binmiştir.
Bileklerinde annesinin nakışlı mendili misali kelepçe…
Paramparça bir canla Eskişehir üzerinden İstanbul’a uzamaktadır yolu…
Tren Eskişehir’de duruyor, iki köylü biniyor, biri erkek, öteki kadın… Kadın bakıyor dışarıda delikanlı bir bahar, yanında iki polis arasında bir yiğit…
Soruyor bir ara:
Çok güzel bir hanım. Vücut manken, yüz bebek… Gözleriyse konumuzla yakından ilgili, aşk oldu mu çünkü işin içinde, oraya bakılır ilk önce. Gözleri biçimsel olarak, tastamam mühür… Gelgelelim bakışlarında aşk yok; donuk, anlamsız, cansız…
Bakışlarda aşk… Bu nasıl olur? O bakışlar aşk saçar, yaşar söylediği türküyü, yaşatır hatta. “Lambada titreyen alev üşüyor” derken, o alevin bir âşık yüreği olduğunu duyumsatır size. “Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” öyle bir der ki, Mihriban işte budur dersiniz, o Mihriban’ı bu derece seven yüreği imgelemeye başlarsınız.
Var mı bunlar? Yok. Aşk yok, meşk var. Yüz ve göz ifadelerinden, yapmacık gülücüklerinden bunu çıkarıyorum. Meşk… Yani ders alır, ders verir, iş görür, yasak savar gibi… Gönlü aşkla coşa gelmemiş, fukara ve sığ…
Ve bir hesaplılık sızıyor, seziliyor yırlamasından… Kuşkulanıyorsunuz, deneyimleriniz bu kuşkunuzu besliyor. O Kurum’da onca değerli sanatçı kızakta ve yasakta iken, o yaşta, arkanız olmadan öyle haftalarca sürecek bir programı yaptırtmazlar size. Sonra bir araştırıyorsunuz, izlemeye alıyorsunuz, neler çıkıyor neler…
Bu cin olmadan adam çarpmayı öğrenen hatun-sanatçı; ilgi çekmeyi, kan alacak damarı ve hayranca bakmaları iyi biliyor (aşk olmayan gözlerde bu hayranlık var, hem de istemediğiniz kadar), “Ben buradayım, minnettarınızım, emrinizdeyim, desteğinizi beklerim” havaları… Ve programında, Başyüce’nin başusvericisinin rüştünü ispat edememiş bestelerine özel muamele yapıp büyük sanat yapıtı gibi sunuyor, okuyor…
Aşka düşenlerin, sevda çekenlerin, aşkın ve âşıkların hâlini bilenlerin kitabında, gönlünde, gündeminde bunlar olamaz, varsa aşk yoktur “aşk için” diye adlanan o yayında.
Yok işte, aşk yok bu yüzde, bu seste, bu kafada. Dili aşk dese de gözleri tek hedef yükseliş, fırsat, daha daha daha, diyor. Aşkı da bilmiyor zaten, yaşamamış, aşk hakkında iki dakika konuş deseniz, iki cümle edemez, türkü sözlerine sığınır.
Çıkıyor, çıkarılıyor egemen gücün ittirmesiyle oraya, aşkı da araç ediyor kişisel geleceğine, o sırnaşık partneri ile birlikte.
Ve yıllarını o kuruma vermiş nice sanatçıya artık yasak oralar, önünden bile geçemiyorlar. Alın size ülkede yaşanan kayırma-doyurma devranından bir kesit işte…
Suçu sevda olunca Ahmet Arif’in
Ahmet Arif, elinde tahta bavulu, sırtında çarşafsız yorganı, sağında solunda iki polis memuruyla Ankara Garı’ndan trene binmiştir.
Bileklerinde annesinin nakışlı mendili misali kelepçe…
Paramparça bir canla Eskişehir üzerinden İstanbul’a uzamaktadır yolu…
Tren Eskişehir’de duruyor, iki köylü biniyor, biri erkek, öteki kadın… Kadın bakıyor dışarıda delikanlı bir bahar, yanında iki polis arasında bir yiğit…
Soruyor bir ara:
“Suçun nedir evladım?”
Ne desin, şiirinden başka bir “suç” gölgesi düşmemiş ki künyesine:
Ne desin, şiirinden başka bir “suç” gölgesi düşmemiş ki künyesine:
“Sevdadır” diyor kısaca, ağulardan süzülmüş sesiyle…
Birden kadının yüzü aydınlanıyor. Çıkınını açıp para vermek istiyor. Ahmet Arif almıyor, oysa cebinde beş liradan başka parası yok. (Kaynak: Refik Durbaş-Şiirin Gizli Tarihi)
Birden kadının yüzü aydınlanıyor. Çıkınını açıp para vermek istiyor. Ahmet Arif almıyor, oysa cebinde beş liradan başka parası yok. (Kaynak: Refik Durbaş-Şiirin Gizli Tarihi)