12 Eylül sonrası yaptığım sıla ziyaretinden Ankara’ya dönmeden önce, arada başka bazı şeyleri anlatmam gerekiyor. Duygu dünyasının kökleri ile yeniden yüzleşen Yahya Akengin orada biraz beklesin.

12 Eylül sonrası yaptığım sıla ziyaretinden Ankara’ya dönmeden önce, arada başka bazı şeyleri anlatmam gerekiyor. Duygu dünyasının kökleri ile yeniden yüzleşen Yahya Akengin orada biraz beklesin.

1978 yılında bir gurup arkadaşla bir araya geldik. Bir dernek kuracaktık. Adı “Yazarlar Birliği” olacaktı. Öyle de oldu. Bu arkadaşlar, Hisar, Hareket, Töre ve Mavera dergilerindendi.

Benim gibi hem Hisar hem Türk Edebiyatı dergilerinde yazanlar da vardı. Türk Edebiyatı Dergisi ve Ahmet Kabaklı’dan ilerleyen sayfalarda söz edeceğim.

Derneğin çıkış noktası, ortak paydaları olan kalem sahiplerini bir örgüt çatısı altında buluşturmaktı. 12 Eylül sonrası, benzerleri gibi bir süre kapalı kaldıktan sonra dernek faaliyetlerini sürdürmeye başlamıştık.

Tevazuya biraz burada unutarak şunu söylemeliyim. Kurucu kadro içerisinde edebiyat çevrelerince daha çok tanınan bendim. Çünkü Hisar’ın geniş bir etki alanı vardı. Diğer arkadaşlar temaslar kurduğumuz çevrelerde kendileri de pek tanınıp bilinmediklerini görüyorlardı. Onun için mümkün olduğu kadar hep benimle olmayı tercih ediyorlardı. Derneğin Başkanlığına, o sıralarda işsiz olan arkadaşı, D. Mehmet Doğan’ı getirmiştik. Çünkü işe zaman ayırmak gerekiyordu.

Benim en çok gözettiğim, ortak paydalara önem verilmesiydi. Neydi bu ortak paydalar? Marksist ideoloji edebiyatçılarının karşısında bir etki gücü oluşturmak, kökeni kendi kültürümüz olan edebiyat ve yazı hayatına öncelik vermek ve elbette bir kapalı devre anlayışının ötesinde, dünya kültür ve edebiyatına da açık olmak… İlk önemli faaliyetlerimizden biri Mehmet Akif’i, ikamet ettiği ve İstiklal Marşı'nı yazmış olduğu Mekân’da Tacettin Dergâhı’nda anmak oldu. Daha sonraki yıllarda da bu hep devam etti ve Türkiye gündeminde yer aldı.

Dernek kısa sayılacak bir zaman içerisinde ilgi görmeye başladı. Girişimim üzerine Hisar’ın her sayısında “Yazarlar Birliğinden Haberler” diye bir köşe açıldı. Başkanlığa getirdiğimiz arkadaş da yönetim merkezini özel bürosu gibi kullanıyordu ve hiçbirimizin itirazı yoktu. Hatta masaya daktilosunu koyup, karşısına da mevcut beş altı sözlüğü sıralayarak, bakıp bakıp kendi “Türkçe Sözlük”ünün maddelerini yazıyordu. Kuruculardan Sadettin Elibol’un maddi katılımıyla da, dernekten bağımsız olarak “Birlik Yayınları” kurulmuştu. Yayınevinin yönetimi de tamamen “sözlükçü” başkan arkadaşa bırakılmıştı.

Gelişen olaylardan anlıyorduk ki başkanlığa getirdiğimiz arkadaş benim tutum ve tavırlarımdan, belli etmemeye çalışsa da rahatsız oluyordu. Hareket Degisi’nde Nurettin Topçu’nun çevresinde bulunmaktan kaynaklandığını hissettirdiğini Cumhuriyet İnkılâplarından memnuniyetsizliğini ifade eden kitap ve yazıları da vardı. Dernek zamanla bazı siyasetçilerin yaptığı gibi din referanslı edebiyat ve yazı hayatı anlayışını öne çıkaran tavırlar sergilemeye başlamıştı. Yani “din”i kullanarak edebiyat ve yazı hayatında yer edinmek yoluna giriliyordu.

Denekte yeni çıkan kitapları tanıtır tartışırdık. Bir gün Ahmet Günbay Yıldız’ın bir romanını konuşurken ben biraz ağır eleştiriler getirmiştim. Söylediklerime benzer yaklaşımlarda bulunan başkaları da vardı. “Minyeli Abdullah” takipçiliği olan bu roman tarzında edebi değerler, estetik ve psikolojik öğeleri aramak boşunaydı. Bir mübarek adamın sırtını sıvazlamasıyla aniden hidayete ermeler, bir vaaz ve nasihat sahnesinden sonra “sıratı müstakim”i bulanlar… Bir veli üslubuyla sürdürülen diyaloglar… Bu yolda yazılmış romanların müşterisi de az değildi. Genelde “İlmihal” okuyuculuğundan gelip, arada başka bir edebiyat dünyasıyla tanışmadan bu tür romanlara geçmiş oluyorlardı. Çok satmış olmak en belirgin referanstı.

Ahmet Günbay Yıldız, gerçekten çok temiz, dürüst, iyi niyetli bir arkadaşımızdı. Fakat eleştirilerimize karşı koymak için şunları söylüyordu: “Elin gâvur yazarına, Dostoyevski’nin eserlerine övgüler dizerken, Müslüman bir arkadaşımızın eserine bu kadar yüklenmeyi anlayamıyorum…” diyordu.

Derneğe üye kaydederken de benzer bir çizgi sürdürülüyordu. Günün birinde “Bu derneğin içerisi adı kadar dolu değil” dedim. Bir liste hazırlayıp, o listede adı geçenlerin derneğe üye olması için çalışma yapmayı teklif ettim. Bu listeyi hazırlama işi bana havale edildi. Derneğin kuruluştaki hedeflerini gözeterek, sözünü ettiğim ortak paydaları taşıyan ve kamuoyunca da tanınmış olan bir yazarlar listesi hazırladım.

Fakat bu konu geçiştiriliyor, uyutuluyordu. Şunu da sezmiyor değildim. Eğer teklif ettiğim listedeki yazarlar üye olurlarsa, başta dernek başkanı olmak üzere, bazı arkadaşların yönetimdeki yerlerini sürdürme şansları tehlikeye girebilirdi. Ayrıca teklif ettiğim listedeki isimler, derneğin tuttuğu din eksenli yazarlık anlayışına karşı çıkabilirlerdi.

Nihayet günün birinde açıkça konuştum: “Arkadaşlar, çok şükür ben de sizin kadar Müslümanım. Fakat edebiyatta başarı ölçüsünün dindarlık olduğu gibi bir görüşü de benimsemiyorum. Gelin bu ikisini özdeşleştirme tavrını bir kenara bırakalım. Dine hizmet için bir örgüt kurulabilir… Hatta öyle bir yolda sizinle birlikte ben de yer alabilirim. Ama şu anda yapılanların ağırlık noktası, bana bir din istismarı olarak görünüyor. Bir yazar dindarlığından dolayı değil, kaleminin gücünden dolayı yazardır…”

Yaptığım bu çıkışın hiç rağbet görmediğini fark ediyordum. O arada dernek başkanı arkadaşın “Türkçe Sözlük”ü de “Birlik Yayını” olarak çıkmıştı. İlk satışlarından biri Kültür Bakanlığına yapılmıştı ve ben buna aracı olmuştum. Bakanlıktaki konumun dolayısıyla çok da zor olmamıştı. Arkadaşımızdı elbette yardımcı olmalıydık. Buna ihtiyacı vardı. Ancak benim tavırlarımdan en çok rahatsız olan da dernek başkanı yaptığımız aynı arkadaştı.

Ben de biliyor ve inanıyordum ki kültürlerin, dolayısıyla edebiyatların ana kaynağı dindi. Mesela dünyaca ünlü şair, yazar ve düşünür T. S. Eliot Avrupa Kültürü’nün ana kaynağının Hıristiyanlık olduğunu söylüyordu. Ama T. S. Eliot’un eserlerine baktığımızda edebiyatın göz kamaştırıcı değerlerini bulmak mümkün olabilirdi. Eliot ne vaaz veriyor, ne de nutuk çekiyordu. İnsan gerçeğini, insan ruhunu yakalıyordu. Ama bu insan gerçeği ve ruhu, elbette Hıristiyan topluma aitti. Estetik değerlerinden dolayı da geçişkenliğe sahipti ve evrensellik boyutuna da ulaşabiliyordu. Dostoyevski de öyleydi.

Nisan 2013

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...