Yalandır bu, kuyruklu yalan… İşin aslı şudur: Biz Müslüman olunca, alfabe değiştirmenin de bu dinin icaplarından biri olduğunu sandık ve Türkçe’mize uygun o güzelim Göktürk Alfabesini bırakarak, çoğu sesli harflerin bulunmadığı, dilimize asla uymayan Arap alfabesini “Müslüman Yazısı” diye bağrımıza bastık. “Çoğu sesli harfler yok” dedim, bunu açayım biraz, sözgelimi “ö” harfi yoktur, ö sesi yoktur, ö ile sözcük yoktur Arapça’da, bizim Ömer dediğimizde bakmayın, aslı umar ya da ümer’dır. Ç yoktur, P yoktur bu alfabede, bunlar sonradan noktalar falan artırılarak icat edilmişlerdir. Şu harekeler de sonradan icat edilmişlerdir, çünkü onlarsız Kur’an’ı doğru okumak neredeyse imkânsızdır. Böylece kalabalık bir işaretler kümesi çıkmıştır ortaya. Bu kalabalığı def etmek için Kur’an dışındaki yazışma ve metinlerde harekesiz yazı tercih edilmiştir. Bu da son derece komik olaylara yol açmıştır.

Birini anlatalım; bilenler bilirler “b” ile “y” arasında bir nokta farkı vardır bu Arap Alfabesinde. Bir ilmihal kitabında bir cümlede yüzük sözcüğündeki y’nin bir noktası silinmiş eskimeden dolayı. Cahil bir imam bunu şöyle okumuş cemaate: “Abdest alırken suyun elinizin her yanına nüfuz etmesi için büzüğünüzü oynatınız”.

Hoca ne derse, sorgulamasız yapılır ya, bugün de öyle yapılıyor ya, başlamış cemaat abdest alırken kıçlarını dansöz gibi çevirmeye. 

Sonra o hoca gitmiş, yerine başka hoca gelmiş, bakmış ki, cemaat abdest alırken acayip hareketler yapıyor, sormuş, “Bize, giden hoca böyle öğretti” diye yanıtlamışlar. Ve sonra bu iki hoca bir araya getirilmiş de işin aslı meydana çıkmış.

Eski yazı bilenler çok iyi bilirler; bir edebi, tarihi, hukuki metni, dile ve o bilime yakın değilseniz okuyamazsınız. Bu yazıyı yazarken büromda, karşımdaki duvara bakıyorum, annemin dedelerimden kalma bir arazi fermanı duruyor duvarda, camlatıp asmışım, yanında da bugünkü alfabemizle yazılmış hâli var. İyi kötü eski yazı okuyabilen biriyim, ben bu fermandan bir sözcük okuyamıyorum. Yıllar yıllar önce bu fermanı, o zaman Atatürk Üniversitesinde Osmanlıca okutmanı olan sevgili arkadaşım Prof.Dr.Ali Yavuz Akpınar’a götürdüm, oku dedim. Zorlandı. “Dur” dedi “Kırzıoğlu’na götüreyim”. Gitti, kısa bir zaman sonra elinde daktilo edilmiş bir metinle döndü. Prof.Dr.Fahrettin Kırzıoğlu, tarihçi olduğu için hemen su gibi okumuş, zaten her fermanda olan bazı basmakalıp ifadeler ezberinde imiş. Takıldım Yavuz’a “Yahu Osmanlıca okutuyorsun, sen niye okuyamadın?” dedim, “O da Fuzulî’nin bir gazelini okuyamaz, bu iş böyle” diye yanıt verdi.

İşte bu alfabe böyle… Bayburt’un Sünür Köyündeki medreseden 18 yıla icazet alınırmış, 8 yılında bunun eski yazının tüm şekilleri (rika, sülus gibi) öğretilirmiş, bina (Arapça gramer) okunurmuş… Yahu buna can mı dayanır, buna ne gerek vardır? Alfabe kolay olmalı ve bir dile uygun olmalı.

Gözüm gibi koruduğum bir kitap var, 1998 yılında Cumhuriyet Gazetesi, gazete ekinde ücretsiz dağıtmıştı. Yazarı, bu alfabe değişikliğinin tüm aşamalarını en iyi bilen bir isim: M.Şakir Ülkütaşır. Kitabın adı: “Atatürk ve Harf Devrimi”… Ülkütaşır’ın 1973 yılında kitabın daha önceki baskısına yazdığı önsözle başlıyor kitap. Önsözde şöyle diyor Ülkütaşır:

“Cumhuriyet’in büyük bir başarı ila uyguladığı Latin Harfleri konusunun geçmişe -Tanzimat devrine kadar- dayanan bir kökü de vardır.

Yüzyıllardan beri kullandığımız, Arap alfabesi, ancak bu dilin kendi özelliklerine göre kurulmuş olup, Türk fonetiğine hiç uymayan bir yazı sistemiydi. Bu alfabe, kuruluşu bambaşka olan Türkçe’nin ses varlıklarını doğru ve tam gösterecek zengin bir araç olamamıştı. Yazımın en önemli yönü, sözcükle ünlülerin (sesli) gösterilmesi idi. Arap Alfabesi ile böyle bir yazım sağlanamıyordu. Bu nedenle, bize ünlü harfleri gösteren, okunması, yazılması dilimizin yapısına uygun bir alfabe gerekti. İşte Cumhuriyet, bu sorunu, büyük ve başarılı bir devrimle gerçekleştirdi.”


Kitapta, Cumhuriyet öncesinin arayışlarına geniş yer verilmiş. Önce Arap Alfabesinin ıslahı düşünülmüş, sözgelimi I.Dünya Savaşı yıllarında bir Enver Paşa Yazısı bile uygulamaya konulmuş, fakat başarısız olunmuştur.

Aynı arayışlar Azerbaycan’da da vardır. Azerbaycan 22 Temmuz 1922’de Latin alfabesine sorunsuz olarak geçiyor. Bizde ancak vatan kurtulduktan sonra bu arayış başlıyor. 1923 yılı Şubat ayında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin işçi delegelerinden İzmirli Nazmi ve arkadaşları tarafından bir önerge verilerek Latin Harflerine geçilmesi öneriliyor. Kongre Başkanı Kazım Karabekir, her zamanki geri kafalılığıyla, karşı çıkıyor ve bu önergeyi işleme koymuyor. Gerekçesi “Latin Alfabesi İslam Birliğini bozar”. Sanki İslam Birliği varmış da, tarihte çok olmuş da, alfabe değiştirince bozulacak. Karabekir, kongre sonrasında Ulus Gazetesine bir demeç veriyor ve aynı zırvalarını yineliyor. Tıpkı Ku’ran’ın Türkçe’ye çevrilmesine karşı çıktığı gibi. Hele şu dediklerine bakınız: “Bizi dilimizi terennüm edecek hiçbir Latin hurufu yoktur”.

Var mı, yok mu, bu harf devrimi ile kanıtlandı ama Karabekir bu, anlamaz ki?

Karabekir’e o zaman ünlü yazar Hüseyin Cahit Yalçın Resimli Gazete’de yazdığı bir yazı ile cevap veriyor. “Memleketin her tarafı derin bir cehalet karanlığı içinde midir? Memlekette okuma yazma bilenler, dünya ve vatan işlerine alakadar olanlar hiç mesabesinde midir? Ne yazık ki evet…Bütün Türk basınının bastıkları gazetelerin yekunu, Avrupa’nın bir vilayet merkezindeki tek bir gazetenin baskı sayısına bile yaklaşamaz. Gazete bile okuyamayan bir memlekette, ilmi ve edebi eserlerin ne kadar rağbet göreceği kolayca tahmin edilebilir. Bundan kuşkusu olanlar kitapçılara ve yazarlara sorabilirler. Zaten milli kütüphanemizin bomboş olması, en küçük Balkan devletlerinin diline tercüme edilmiş klasik yayınların bile ülkemizde bulunmaması, başka bir inceleme gerektirmeyecek kadar konuyu açıklar.”

Ne yazık ki, Zeki Velidi Togan, Fuat Köprülü gibi değerli Türkçü bilim adamları bile karşı çıkmışlardır alfabe değişikliğine. 

Tartışmalar 1928 yılına dek sürdü, o yıl, Büyük Atatürk’ün yenilmez irade ve kararlılığı ile harf devrimini gerçekleştirildi. Ve kısa zamanda yine o büyük insanın Başöğretmenliğinde Anadolu’ya yayıldı bu yenilik.

İşte ol hikâyet özetle böyle, daha fazla ayrıntı isterseniz bu kitabı okumalısınız. Okursanız o “Derin Tarihçiler” ve onlara inanan cühela takımı diz çökeceklerdir önünüzde.