Türkiye’nin büyümesinin ve toplumsal ekonomik gelişmesinin önünde iki önemli sorun vardır. Birincisi; “Kürt meselesinin” halledilmesi konusudur ve çözüm süreci bütünüyle bunu hedeflemektedir. İkincisi ise; “Alevi meselesidir”. Türkiye’nin büyümesinin önünde duran bu meselelerden biri, “etnik temele”, diğeri ise “dini temele” dayanmaktadır.

Çözüm sürecinin, belli bir aşamaya gelince baltalanmak, engellenmek istendiği biliniyor fakat devletin kararlılığı, yaklaşık iki yılda sürecin bölge halkı üstünde terör baskısını kaldırarak, demokratikleşme sürecinin atmosferi altında uygulamaya koyduğu politikalarla yarattığı “özgürlük havası” barış taleplerini artık “geri dönülmez bir noktaya” getirmiştir. Açıktır ki örgüt, barış ortamında kaybettiği iktidarı yeniden kazanmak için, bu özgürlük atmosferini bozarak, yeniden teröre dönse de, bölge halkı buna karşı duygusal olarak direnecektir.

Sorun nedir?

Şimdi Alevi açılımında da benzeri bir gelişme olması, aynı çevreleri endişeye sevk etmiştir. Oturdukları yerden, konuşarak-yazarak veya çeşitli karanlık hesaplar içerisinde bir takım faaliyetlere girişerek Alevi sorununun çözülmesini de, burada da bir toplumsal barış ortamının yaşanmasını önlemek istemektedirler. Bu konuda söylenenlere bakılırsa amacın, bütünüyle Alevi-Sünni meselesinin sadece sürdürmesini değil, yeni gerilimler yaratarak, kutuplaşmayı derinleştirmek, hatta işi çatışmaya kadar götürmek olduğu görülecektir.

Söylenenleri şöyle özetlemek mümkündür. Bir, Alevilere devlet ve toplum içinde ayrı bir statü verilmelidir. İki, “Ali’siz Alevilik” anlayışını örgütleyen yapılar üzerinden, Alevi topluluğuna yönelik fiziki veya manevi baskı yapanlara karşı devlet müsamaha göstermelidir. Üç, din dersleri kaldırılmalı veya zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Dört, ibadet yerleri devlet tarafından düzenlenmelidir. Beş, Alevi inanç önderlerine bir statü verilmemelidir…

Dikkat edilirse, bu taleplerden birinin, diğeriyle tutarlı olmaması veya aralarında çelişki olması onlar için hiç önemli değildir. Durumu şöyle açıklayabiliriz: Devletin “Alevi din adamlarına bir statü vererek” onların tarihsel - sivil vakıflara dayalı bir örgütlenmeye gitmesini sağlayarak, onlara bir güvence vermesine şiddetle itiraz edilmektedir. Çünkü Alevi sivil toplumun kendi özerkliğine “Ali’siz Alevilik” üzerinden nüfuz etmek isteyenler, “iktidarlarını kaybetme endişesiyle” böyle bir düzenlemeyi engellemek isterken, diğer taraftan da devletten istemiş oldukları “Alevilere ayrı bir statü verilmesi” talebinin bununla çeliştiğini görmezden gelmektedirler.

Farklı iki mesele

Mesele şudur: Alevilikle hiçbir ilgisi kalmamış, her ne demekse “mezhep üzerinden sol”la buluşan, Marksizm söylemine bakmayın, düpedüz “Stalinist bir totalitarizm” anlayışıyla hareket eden bir grup, özellikle bazı Batılı devletlerin “özel desteği” ile Türkiye’ye karşı bu temelde muhalefet eylemlerine girişmek maksadıyla, yıllardır ciddi bir faaliyet içindedirler.  “Ali’siz Alevilik” diyerek, Alevileri dini kaynaklarından koparıp, birtakım tarih dışı, mitolojik iddialarla karışık, eklektik anlayışlarla “eski Anadolu inançları” gibi muğlak, “tarihe ve sosyolojiye” karşı bir kaynağa dayanarak, Alevilik üzerinden garip bir siyasal ideoloji yaratmak istenmektedir. Bunlara, Hz. Ali’ye karşısınız, Aleviliği Hz. Ali’yle değil “alev”le irtibatlandırıyorsunuz, peki o zaman “12 imamı, Ehlibeyti ne yapacaksınız” diye sormanın bir anlamı yoktur.

Türkiye şunu ayırt etmek durumundadır: ”Alevi sorunu” başka bir konudur ve sivil toplumun, bir inanç topluluğunun demokratik talepleriyle ilgilidir. Alevilik üzerinden, “politik bir sorun” oluşturmak istemi ise farklı bir konudur. Aleviliğin sivil taleplerini çözmek demokrasi içerisinde mümkündür ve bunun ertelenmemesi gerekir.