Bayburt Kalesi'ne doğru yükselen Mehmet Çelebi mahallesi, sonradan ayrıldığı Şingâh’tan daha küçük, eski bir yerleşim yeri. Kaleye son ve en kapsamlı tamiratı yaptıran Saltuklu Hükümdarı Mugusiddin Tuğrul Şah’ın kitabeleri gibi, en yakın meskûn mahal olan bu iki mahallede, kaleye uyumlu ve çok azı ayakta kalan taş yapıların bir an önce elden geçirilip korunması lâzım (1). Eski ismi Ketenci Camii olan Şingâh Cami ve yetmişli yıllarda ihdas edilen mahalle odası ortak kullanılıyor. Şingâh’a okul yapılıncaya kadar, Cumhuriyet döneminin ikinci eğitim kurumu olan Şair Zihni İlkokulu’da uzun yıllar ortak kullanılmış.(2)

Mehmet Çelebi Mahallesi'nin sakinlerinden Boyacılar, engelinden dolayı seferberliğe gitmeyen Muharrem isimli dedelerinin mesleği olan boyacılığı bırakıp, demircilik yıllarından Usta ünvanıyla bilinen büyük kardeşlerinin  öncülüğünde; önce demircilik, sonra nakliyecilik ve oto yedek parçacılığı yapmış. Satın aldıkları, Birinci Dünya Savaşı yıllarında şehirden muhacir olup çıkmak zorunda kalan eski taş ustalarının eseri(3), Bedesten’e(4) yakın, Demirözü civarı köylerin durağı olan Yıldız Oteli ve garajı ile kahvehanesinin işletilmesi; Ergi ve Mam köylerinde kestirdikleri, o zamanlar şehirde ve hemen her köyde bulunan su değirmenlerinin en önemli haceti olan  değirmen taşlarının ticareti, ailenin diğer faaliyetleri. O yıllarda  sermaye sahibi şehir esnafının köylerden arazi alıp besicilik ve ziraat yapması yaygındı. Kars muhacirlerinin çok olduğu Sancaktepe (Keleverek) köyünde 1950'li yıllarda değerli yerler satın alan ailenin büyüğü ve yönlendiricisi Usta’nın bu tercihine, anası Binnaz’ın Karslı olması sebep olmuş olsa da, yazları hevesle gittikleri, eski kilisesini camiye çevirdikleri bu köydeki arazilerini, ilerleyen yıllarda diğer mülkleri gibi satarak elden çıkarmışlar.

Bin dokuz yüz ellili yıllarda Demokrat Parti İlçe başkanlığı da yapan, saygın bir insan olan Usta, kendi evine yakın Şair Zihni İlkokulu'nun yukarısında bahçeli eski bir ev satın alarak, burayı Bayburt taşından iki katlı, dört ayrı daire şeklinde, yeniden yaptırıp, saathane meydanı civarındaki büyük bir dükkânı da vererek, hayatta kalan tek kardeşi Süleyman’ı ayırmış.

Zemin katın arka kısmındaki dam ve ahır gibi hayvan bakım yerleri, binayı taş duvarla(5) sokaktan ayıran "kanat’’ın arka tarafında tezeklik denen kulübeden biraz iri  bölümleri olan benim de doğduğum bu evin taş ve ahşaplarında, eski ustaların yaptığı süslemeleri bulamazsınız.. Mutfağı, tandırları birinci katta olan evin biri alt katta, ikisi üst katta olan, evlenen oğulların taşındığı odalarında, yan yana ahşaptan yapılı; yüklük, çiçeklik ve hamam kısımları mevcut. Tuvalet tüm eski evlerde olduğu gibi dışarıda, kanatta idi.

Ustanın kardeşi için yeniden yaptırdığı evin mahalledeki diğer evlerden farkı, üzerinde siyah çalıların olduğu, en son kendilerinin de tamir ettirip, biraz daha yükselttiğini hatırladığım, yüksek duvarlarla çevrili 100 metrekareyi bulmayan bahçesiydi.

Kanadın arka kısmından on, on beş basamaklı taş merdivenle çıkılıp eski bir tahta kapıdan girilen, yüksek duvarları sayesinde sükûnet adası olan, bakımsız mezbelelik haliyle hatırladığım bahçede, hemen karşınıza dikilen, kendi hallerine yaşamayı sürdüren büyük gül ağacı ve ileride yüksek taş duvarın dibinde, heybetli, orta yaşlı armut ağacından başka canlılık belirtisi gösteren sadece ısırgan otlarıydı.

İnsanların zaman zaman ihtiyaç duyduğu, kimsenin olmadığı sessiz, sakin bir yerde oturup kendini dinlemeye;  bakımsızlığına rağmen bu küçük bahçe çok müsaitti.. Armut ağacının üzerinde armut, gül ağacında güller olduğu zaman ise bahçe o terk edilmişliğinden sıyrılıyor, canlanıyordu.

Civarda diğer bahçeli evleri olan Öğretmen Mehmet Salih’in, Baş öğretmen Kemal Güney’in, Sayın’ların,  Marangoz Ahmet Sezer’in, İşaşır’ların, Müftüoğlu’ların, Bayındırların, diğer Boyacı’ların, Yücel’lerin, Küçük'lerin, Hazer'lerin, Şiringil’in, Saatçı'ların, Pamukçu'ların (6) evlerinin bahçelerinde ya da evden artan arsalarında;  akasya, kavak, leylak ve gül gibi ağaçlar dışında meyve ağacı pek olmadığından, şehrin bağ ve bahçeleri de Çoruh’a yakın Zahit, Kaleardı mahallelerinde ve Koruk’ta bulunduğundan, mahalle çocuklarının diğer ağaçları çoktan kurumuş olan bahçedeki armut ağacına aşırı ilgileri normaldi. Bu ilgi bahçe sahiplerinin hoşuna gitmiyor, bahçe duvarının yükseltilmesi gibi önlemler almalarına  sebep oluyordu.

Fazla değil on-on beş yıl kadar önce, İkinci Dünya savaşının yokluğunu, kıtlığını görmüş, otuz küsur yıl önce Birinci Dünya savaşı vesilesiyle Balkanlar’da, Çanakkale’de, Kafkas’larda, Sarıkamış’ta, Kop’ta, Soğanlı’larda, Yemen’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde; coğrafî keşiflerden sonra sömürge ve ticaretle zalimce zenginleşmiş süper güçlerle on yıldan fazla savaşmış, insanî, maddi ve manevi yönlerden büyük kayıplara uğramış ülke; eğitim kurumlarını, zanaatkârlarını, taş ustalarını, demirci, bakırcı, kuyumcu, fırıncı gibi esnafını, toprağı işleyecek rençberini büyük ölçüde kaybetmişti. Türkiye’nin hemen her yerinde olduğu gibi, nüfusu azalan şehrin toparlanıp üretime geçmesi, çileli milletin iş-para bulması için zamana ihtiyaç vardı.

Bu sıkıntıların taş olup başına yağdığı armut ağacı ise, çektiği çilelere katlanıyor, yüksek ve çalılı duvarları aşıp dallarını kıranlara küsmüyor; her yıl iri, sulu, tatlı armutlarını insanların önüne koyuyor, onlara yaşama sevincini, dünyanın nimetlerini, güzelliklerini biraz olsun hatırlatıyordu. Bahçe yok edildikten yıllar sonra "-bir mahalle, bir armut ağacı’’ diye bahçeyi ve ağacı ananlara çok rastladım.

Büyüklerden işittiğimiz bahçenin eski hâli anlatılmaya değer. Evin ve bahçenin bildiğimiz ilk sahibi Hacı Ahmet; varlıklı bir insan iken maddî olarak sarsıldığı son yıllarında kendisini tamamen bu küçücük bahçeyi yeşertmeye, güzelleştirmeye adamış. Bahçenin kale tarafındaki yola bakan kısmına duvara yapışık olarak yaptırdığı betondan  "kurun"a, yukarı yolun karşısında Kırçoğlu’ların evinin önünde akan çeşmeden getirdiği suyla; armut, elma, zerdali, vişne, kiraz, ayva, erik gibi iklime uygun meyve ağaçları, yazın fasulye, ıspanak, aşotu, pürçüklü gibi sebzeler, gül, leylak fidanları yetiştirmek için çabalayan adamcağız, bu bir avuç yeri küçük bir vaha, yalancı bir cennet yapmaya uğraşmış.

Bahçeyi ve hanımıyla birlikte  emek vererek yetiştirdikleri sebze ve meyveyi korumak ise bu işe başlarken aklına gelmeyen ama başına gelen bir kâbus olmuş. Yukarıdan taş, çöp atan mahalle sakinleri ile olan kavgalar gittikçe huzurunu daha çok bozan bir hâl alınca evi satmaktan başka çare bulamamış Hacı Ahmet. Bahçe yüzünden kötü adam olmaktan, cimriler için kullanılan mahallî bir lakap olan "yılan kırkan" ya da "gırgıt" diye anılmaktan ancak böyle kurtulacağını anlamıştı. Yakınlarına ve evini satın alanlara içinde bulunduğu durumu içtenlikle anlatıyordu.

Yeni sakinler, ellerinde tuttukları yirmi beş yıla yakın sürede, çoğu yıllar hayvan baktılar ve evin damını, mereğini kullandılar. Zamanla çöplüğe dönen; sulama ve bakım görmeden yaşamaya inatla devam eden armut ve gül ağaçları dışındaki ağaçları kuruyan bahçeyle ise; bir yaz küçük dayılarımın Koruk'tan kestikleri çimleri dört tekerlekli "el minibüsü" ile getirip bahçeye yerleştirmeyi denemeleri ve kurban bayramlarında kurbanı armut ağacının dibinde "ilk bıçağı kasapla birlikte dedemin vurmasıyla" kesmeleri dışında ilgilendiklerini hatırlamıyorum. Zamanla yukarıdaki çeşmeden gelen su gelmez olmuş, kullanılmayan beton kurunun içi taşla ve çöple  dolmuştu.

Yetmişli yılların sonuna doğru, evler bahçe ile birlikte bizimkiler tarafından da satıldı. Satın alanların ilk yaptığı iş, bahçeye bir milimetrekaresini boş bırakmadan biçimsiz bir bina kondurmak olmuş. Ne gül ağacına acımışlar ne de armut ağacına. Nedense tamamlanamayıp içine taşınılamayan sıvasız, ucube yapının  hazin durumu, bahçeyi ve mahalleyi tanıyanların akıllarına, "armut ağacının ahından mı?" sorusunu getiriyor.

Bahçenin bu şekilde yok olmasının zihnimde uyandırdıkları; çoğunu tanıdığım fabrika, otel, oto ana bayii, lokanta ve diğer çeşitli işyerleri işletip, şehirde zengin diye bilinirken, işlerini devam ettiremeyen, sosyal-siyasi faaliyetlerde başarılı hizmetlerini ve köylerinde üreticiliği bırakan büyük şehirlere göç eden çok sayıda insanımız, kurulup hemen dağılan ortaklıklarımız, doğru, dürüst, yardımsever, vatansever olsa dahi uzun süre işini sürdürdüğü için, ortalıktan ne vakit çekileceği merak edilen iş yeri sahiplerimiz. Bu şekilde oluşan sıkıcı iklim ve  makus talihi, vilâyetlikten sonra bollaşan devlet yatırımları dışında, sayıları az da olsa geri dönerek işletmeler kuran şehir insanlarının yeneceği aşikâr.
 
 
Dipnotlar

1) Şingâh ve Mehmet Çelebi mahallesinde ayakta kalabilen taş yapılardan bazıları: İspirliler konağı,Onatçalar konağı,Müftü Nahizeli Ali efendi evi; Zargıdılıların, Boyacıların, İmaçların, Manganların, İşaşırların evleri.
2) Seferberlikten önce Bayburt İdadisi’nin Ulum-u Diniyye muallimi olan Ahmet Hasbî Aker Cumhuriyet döneminin ilk eğitim kurumlarından Cumhuriyet İlkokulu, Şairzihni İlkokulu ve Gökçedere İlkokulu’nun kurucu baş öğretmeni. Evi Mehmet Çelebi mahallesinde. Emekli olduğu 1933'den 1955'e kadar fahri olarak Şingah camii imamlığı yapmış ve yazı tahtasıyla sınıfa çevirdiği şimdiki mahalle odasında dini ilimler, Kur’an ve Arapça okutmuş.
3) Cumhuriyet Oteli ve Garajı, Yeni Cami ve diğer Cumhuriyet öncesi taş yapılar bu eski taş ustalarının eseri.
4) Bedesten: Halk arasında Taşhan diye bilinir, şehrin değerlendirilemeyen en önemli Türk-İslâm eseri. Devrin alışveriş merkezi olan Bayburt Bedesteni'nden Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde bahseder. Bedestenler Cumhuriyet öncesinde ticari yönden gelişkin şehirlerde bulunurdu.
5) Taştan yapılan bu yüksek duvarlara "hogal" denir.
6) Bu tesbit Mehmet Çelebi Mahallesi için, Şingâh’ta çoktan yıkılmış olan Mangofların, Velizadelerin, Uzungazi’de Molla Fazlı’nın bahçelerinde çeşitli meyve ağaçları vardı.