Bir insanı susuzluktan inleyecek hale getirdikten sonra bulanık su da verseniz sevinir. Benim penceremden baktığımda 12 Eylül sabahı böyleydi. Eğer can güvenliği olan bir başka ülkede azınlık mensubu biri olmayı bile düşünecek kadar kendi ülkenizde bunalmışsanız, yapılan işin darbe mi yoksa beklenen bir rahat nefes alış mı olduğunu çok da önemsemeyebilirsiniz. Yani 12 Eylül sabahının müşterisi çoktu, ben de onlardan biriydim.

Bir insanı susuzluktan inleyecek hale getirdikten sonra bulanık su da verseniz sevinir. Benim penceremden baktığımda 12 Eylül sabahı böyleydi. Eğer can güvenliği olan bir başka ülkede azınlık mensubu biri olmayı bile düşünecek kadar kendi ülkenizde bunalmışsanız, yapılan işin darbe mi yoksa beklenen bir rahat nefes alış mı olduğunu çok da önemsemeyebilirsiniz. Yani 12 Eylül sabahının müşterisi çoktu, ben de onlardan biriydim.

Çocuklarımın adının Gültekin ve Çağatay olması bile potansiyel bir risk haline gelmişse -ki öyleydi. 12 Eylül’e “hadi git” diyecek durumda olamazdım.

11 Eylül günü akşamüzeri Kızılay’da bomba patlamalarının arasında yürürken kendimi bir savaş alanının ortasına düşmüş gibi hissetmiştim. Karşı karşıya savaşan iki taraftan birinin saflarında olmak, herhalde bu kadar ürkütücü olmazdı. Böyle bir ruh hali ile evime gelmiş henüz oturmuştum ki kapı zili çaldı. Açtım. Karşımda karanlık bakışlı gençler. Daha ben ağzımı açmadan “Mamak’ta yatan devrimci arkadaşlarımız için para topluyoruz…” diyorlar. Bu cümlenin başka bir anlamı da, “sıkıysa verme bakalım…”dı. Çaresiz, elimi cebime atıp para çıkarıp uzatıyorum. Karşımdakiler biraz duraksayıp yüzüme dik dik bakıp inceleyerek, küstahça yürüyüp üst katlara çıkıyorlar, başka dairelerin zillerini çalıyorlar.

Karakola telefon edip durumu anlatıyor, müdahale etmelerini istiyorum. Telefondaki memur, eşkâllerini tarif etmemi istiyor, gelemeyeceklerini söylüyor. Ben ısrar ediyordum, şu anda apartman katlarını dolaşmakta olduklarını tekrar ediyor, gelirlerse yakalayabileceklerini söylüyorum. Hayır, gelemezlermiş… Sinirlerim allak bullak…

İşte böylesine kâbuslu bir gecenin ardından marşlarla uyanmanın ne demek olduğunu, bir vatandaş olarak bir kenara not etmek zorundasınız.

12 Eylül gününden sonraki zamanlar için çok şeyler söylenmiştir, söylenmektedir. Ben burada bazı klişe değerlendirmelerini dışında bir şeyler ifade etmek isterim.

Alıcısı olmayan bir malın satıcısı olmaz. 12 Eylül sabahının yığın müşterileri vardı ve alıyorlardı. Tabii bir de komisyoncular vardı. Bu komisyoncular bürokrasideydi, basındaydı ve rant arenasındaydı.

Bulunduğum Kültür Bakanlığında, “Kültür devrimcilerindir” sloganlarıyla yemekhane basan, direnişler sergileyen, Bakanlıkta terör estirenler, yakalarına Atatürk rozetleri takarak asker yöneticilerin kapılarında kuyruklar oluşturmaya başlamıştı. Hemen hepsi böylelikle yerlerini korumuşlar, bazıları da üst görevlere gelmeye başlamışlardı.

İhbar mektupları alıp başını gidiyordu. Kimin kime geçmişten kalma bir husumeti varsa, 12 Eylül’ün şifrelerine uygun karalama ve ihbar mektupları yazarak bulanık suda balık avlamaya koyulmuştu.

Çok sonradan öğreniyorum ki benim hakkımda da bir ihbar geliyor. Deniliyor ki, “Yahya Akengin, Bakanlık arabası ile Kayseri olaylarına silah götürmüştür…” Bir işlem yapılmadığını gören Müsteşar Kemal Paşa, günün birinde Bakan Cihat Baba’nın yanına geliyor. O sırada Müsteşar Yardımcısı Burhanettin Yılmaz da Bakan’ın yanındadır. Kemal Gökçe, Cihat Baba’na elindeki yazıyı göstererek, “Efendim Yahya Akengin hakkındaki bu yazıyı hatırlatmak istemiştim…” diyor. Bakan, “Paşa o yazının aslı bana geldi ve bir işlem yapmaya gerek görmedim… Fakat size nerden ulaştı…” Müsteşar Paşa susuyor, Cihat Baban devam ediyor: “Paşa ben o çocuğu biliyorum. Eli kalem tutan bir gençtir…” diye ekliyor.

İşin tuhafı, Kayseri olaylarının cereyan ettiği günlerde ben Kültür Bakanlığına henüz geçmemiştim…

Isparta’daki kısa dönem yedek subaylık eğitimi sırasında ilk defa ele aldığım silahla daha sonraları da hiçbir ilişkim olmamıştı.

Bizim kısa dönem askerliğimiz sırasında yaşadığımız manzaralarsa hâlâ gözümün önündedir. Eğitim alanı dışındaki zamanlarda karşı görüşlülerin safları hemen ayrılırdı. Bir grup bir kışla duvarının dibinde sıralanıp Tercüman gazetesi, karşıt grupsa yine karşıdaki bir kışla duvarının önünde Cumhuriyet gazetesi okurken, birbirlerini süzer, nefret bakışları gönderirlerdi. Sol görüşlüler karşıtlarına “faşo”, sağ görüşlüler de onlara “komi” diye bazen laf atar, gerginlik sahneleri oluştururlardı. Karşıtlıklar, fikir ayrılığının ötesinde boyutlar da sergileyebiliyordu. Mesela şimdi hayatta olmayan ünlü bir gazeteci, İstiklal Marşı okunurken, “faşo”lara inat olsun diye bir köşede “küçük su” döküyordu.

Askerlik dönüşü şafak sökerken indiğim Ankara’dan artık ürkmeye başlamıştım. O şafak vakti kaldırımlarda yürürken öbek öbek alevlere takılıyordu bakışlarım. O ruh halimin şiiri de olacaktı…

Kaldırımlar alev alev sabaha karşı,
Şehre bir Türkmen obası mı gelmiş?
Birden içimde sığınılmış vadi sıcaklığı,
Çobanlı çileli hasretli dağlar,
Meğer bu şehirden daha güzelmiş  

Çöpçüler ateş yakmış, deyip de geçemedim,                                                                               
Küçücük bir hayal buldum ışığında,
İçimden bir kır türküsü tutturdum,
“Alışmışım soğuk suya, ıssı sular içemedim”
Nerde senin o bin yıllık muhabbetin,
Ocak başlarında sevdalar anlatılan yurdum?
“Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü”
Dar vakitler içinde şu gülsüz ömrü,
Dikenlere vurdum hasrete yordum

Ocak başlarında sevdalar anlatılan yurdum,
Hani senin o bin yıllık muhabbetin?

Nisan 2013

Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...