Müslümanların bilim tarihindeki yeri neresidir?  İslam coğrafyasının tarihinde, bilimin değeri ne olmuştur? Gerçekten parlak bir bilimsel çağ söz konusuysa ve bilim anlayışı kendi çağdaşlarına göre, mukayese kabul olmayacak kadar ileri bir yerde duruyorsa, buradan nasıl uzaklaşılmıştır? Bu sorulara ilave edilmesi gereken bir diğer soru da, Müslümanların bilimsel yaklaşımından, birikiminden etkilenen Avrupa daha sonra bilimde yeni bir çağ açarken, İslam dünyası neden bunu başaramamıştır? Yoksa bütün bu iddialar temelsiz midir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam coğrafya bilginlerinin yaptığı çalışmalardan, keşiflerden bahsederken verdiği örneklerin hemen bu tartışmaya yol açmış olması tesadüf değildir. Bilhassa on dokuzuncu yüzyıl pozitivizminin etkisinde olan aydınlar, okur-yazarlar, meseleye “Batı’nın mutlak üstünlüğünden” bakmaya başlamışlardır. Söz konusu yüzyılda “bilim deyince pozitivizm anlaşıldığı” için ve bu yöntemin sahibi de Batı olduğu için, Doğu’nun-İslam dünyasının bu alanda bir başarısı olduğu fikrine sıcak bakmak şöyle dursun, tepki duyulmasına kimse şaşırmamalıdır.

Bilim ve oryantalizm

Pozitivizmin bilimsel yöntem olduğu, hatta bu yöntemin ürettiği bilginin mutlak/değişmez bilgi olmakla kalmayıp bütün bilgi türlerinin yerini alacağı varsayımı “aydınlanma felsefesi”nin bir ürünüdür. Batı, bu perspektifiyle doğuya ve diğer uygarlıklara bakarken yükselen bir konumdadır ve kendisi dışındaki bütün kültürleri ve kadim “Doğu uygarlığı” nı aşağılamaya, yok saymaya ve yok etmeye dönük saldırıların ideolojik eseri olan “oryantalizm” de bu konumunun hem eseri hem de motivasyonudur. Motivasyonudur çünkü bu ideolojinin batı sömürgeciliğin vahşetini meşrulaştırma misyonu vardır.

Elbette “pozitivizm” anlayışı Batı’da çok gerilerde kalmış ve batılı bilim çevrelerinde bu yaklaşıma dönük çok sert eleştiriler yapıldığı gibi yeni bir epistemolojiye dayanan yeni yöntem,yaklaşımlar ve teoriler gelişmiştir. “Batı’nın kendisini eleştirel bir şekilde sigaya çekmesi” kendisini yenilemesinin de en önde gelen şartlarından biri olmuştur.

Burada sorun, Batı’da değil daha çok Batıcılarımızdadır. Batı’nın önemli bilim tarihçileri, düşünürleri, Avrupa’nın kendisini yenilemesinin şartlarını hazırlayan birikimin İslam medeniyetinin üzerinden transfer edildiğini ve bu temelde Batı’da “skolastik zihniyetten” bilimsel düşünceye geçildiğini zaten yazıp-çizmişler, tartışmışlardır. Oysa kendi coğrafyamızın pozitivistleri, hâlâ 19.yüzyıl zihniyetiyle bir çeşit “iç oryantalizm” mantığında ısrar etmektedirler. Onlar için pozitivist yöntem ve onun ürettiği bilgi, mutlak gerçeğin bilgisidir ve değişmez niteliktedir.

Özgüven sorunu

Türkiye başta olmak üzere, İslam coğrafyasında örneklerine çokça rastlanan problemli zihniyet budur. Hatta bu durum, bilimsel anlayışın doğmasının en önemli engellerinden biridir. Onlar hâlâ dünya görüşü olarak meseleye Batıcılık içerisinden baktıkları için, sadece İslam’ın bilimsel geçmişini anlamakta sorun yaşamakla kalmayıp, Batı’nın “bilimsel devrimlerini” kavramaktan da uzak bir yerde durmaktadırlar.

Peki sorun nedir? İslam coğrafyası neden bilimsel anlayıştan uzaklaşmış, 7.yüzyıldan neredeyse 17.yüzyıla kadar sahip olduğu üstünlüğü kaybetmiştir? Bu sorunun cevabı önemlidir ve bunu tartışmayıp, hâlâ “aşağılık duygusunu aşamadan” Batıcı ideolojinin pençesinde debelenip durarak bir yere varmak mümkün değildir.

Kendi tarihine ve medeniyetine ilgi göstermek, bilim tarihine saygı duymak, gerçekçi bakmak, önce özgüven gerektirir. O zaman sorunu daha iyi görebiliriz. Bugünkü problemi kısaca şöyle tanımlayabiliriz: Batı karşısındaki siyasi-ekonomik üstünlük, bilimsel anlayıştaki pozisyon; Batı değişime doğru ilerlerken bizatihi bir sorun yaratmıştır. Bu üstünlük psikolojisi içinden, Batı’nın değişimini görmek ve anlamak gereği duyulmamıştır, gerçekten kopulmuştur.