Erzurum’daki öğrencilik yıllarımda hüzün labirentlerinde takılıp kalma halini yaşadığım sıralarda, şöyle biraz silkinip neş’eye de yönelme ihtiyacını hissediyordum.
Kitaplar arasında, şarkıların, türkülerin dünyasında beni yakalayan hep hüzün oluyordu. O halde biraz da dışa dönük yaşamalıydım.
Gırgır dolu arkadaşlara takılmakta bulmuştum çareyi… İyi de olmuştu. Yoksa hep, seferberlik yıllarından yetim çıkmış büyük halamızın ömür boyu diline doladığı bir söz olan
“Bütün dünya benim olsa, gamım gitmez nedendir bu…” döngüsüne tutsak olabilirim. Aslında bu sözün ünlü divan şairlerinden birine ait olduğunu da sonradan öğrendiğimde halk insanlarının kültür donanımını da anlamaya çalışacaktım. Aynı şekilde köylü bilgesi bir komşu amcamızın, biricik oğlunu askere gönderdikten sonra dillendirdiği şu beyitin de yine bir yine bir divan şairine ait olduğunu sonradan fark etmiş olacaktım:
“Gittin amma ki kodun hasret ile canı bile/ İstemem sensiz geçen sohbet-i yaranı bile…”
Ne var ki insanoğlu hüzünden olduğu gibi neş’eden de beslenmeye muhtaçtı. Bulunduğum yazı hayatı ortamında Tahir Kutsi Makal da işte neş’e kaynaklarından biriydi. Ciddiyet sınırlarını fazla zorlaması dolayısıyla da bazı çevrelerden soyutlandığı olurdu. Ama O’nun bir özelliği de
“şeytan tüylü” oluşuydu. Tahir Kutsi’yle istense de fazla küs durulamazdı.
“Kamyon” adlı romanının radyoda
“Arkası Yarın” dizisi olarak yayınlanması dolayısıyla telif hakkının ödenmesi için gelmişti. Gerekli evrakların, imzaların tamamlanmasının ardından, muhasebeye gidip parasını aldıktan sonra, çay içmeye gelmesini söyledim. Muhasebeden döndükten sonra karşımda oturdu, cebinden bir zarf çıkararak sümenimin arasına sıkıştırdı. Zarfı çekip açtım,
“Bu ne?...” dedim.
“Canım sana ne, ben yeğenlerime harçlık gönderiyorum seninle…” Zarfı önüne attım ve
“Dua et ki meşrebini tanıdığım birisisin… Yoksa seni şu çayını içmeden kovardım buradan…” diye çıkıştım.
Evet, Tahir Kutsi’nin mizacını meşrebini biliyordum. Aradaki gerginlik de kısa bir sürede dağılmış, gırgır şamata faslı başlamıştı. Tahir Kutsi ile ilgili öyle matrak anekdotlar vardır ki başlı başına bir kitap olur.
İstanbul’dan Akçay’a gidiyorduk. İkimiz de Cemal Safi’nin organize ettiği
“Akçay Şairler ve Bestekâr’lar Festivali’nin jürisindeydik. Otobüsümüz gece serinliğinde ormanlıklar ortasında ilerlerken, Tahir Kutsi birdenbire, “Başkan ben bir sigara içeceğim…” deyince,
“yasak olduğunu bilmiyor musun?” cevabını verdim. Kaptanın arkasındaki koltuklardaydık. Tahir Kutsi eğildi gayet ciddi bir tavırla beni işaret ederek kaptanın kulağına fısıldıyordu. Ben çok önemli uluslararası unvanları olan biriydim. Bu unvanları da sıralıyordu. Attıkça atıyordu. Çok beyefendi bir zattım, fakat bir özelliğim vardı, daha doğrusu bir zaafım… Sıkı sigara tiryakisiydim, bazen birden sigara krizim tutuyordu. Mümkünse kenarda beş dakika durup bir sigara içmeme imkân vermeliydi… Otobüsün kaptanı,
“Emrin olur abi” diyerek ormanın kıyısında molayı verdi. Kaptan da bizimle indi. İşin tuhafı ben bir yıldır sigarayı bırakmıştım. Tahir Kutsi paketi çıkarıp bana uzattı
“Senin zıkkımlanman hatırına ben şimdi perhizi mi bozayım?” dedim.
“Canım çaktırma işte, al eline, pleybek yap…” Ben de çaresiz, vaziyeti idare ediyordum.
Akçay’da festivalin final geçesiydi. Kazananlar açıklanacak, ödülleri verilecekti. Denizin kıyısından bir bahçede Tahir Kutsi ile ben ve diğer jüri üyeleri aynı masadayız. Garsonlardan benim için bir kahve getirmesini istedi. Garson,
“Efendim bize patronun talimatı var. Menüde yazılı olanlar dışında hiç bir şeyin servisini yapamıyoruz. Kahve yasak …” deyince Tahir Kutsi yerinden fırladı, garsona çıkışmaya başladı.
“Bana bak oğlum, sen kime kahve yok dediğinin farkında mısın? Bu adam kim biliyor musun?“ Garson şaşa kalmıştı ve Tahir Kutsi makinalı tüfek gibi bütün uluslararası unvanları yine benim üzerime yığıyor ve ekliyordu: ”
Şimdi ben senin patronuna, bu büyük misafirimize kahve vermiyor desem senin halin ne olur?...” Garson,
“Hemen getiriyorum beyefendi…” deyip yürürken, Tahir Kutsi seslendi:
“Madem öyle bana da bir kahve getir oğlum…”
Şubat ayıydı. Bayburt Valisi Ali Haydar Öner, Bayburt’un Kurtuluşu gecesinde bir şiir şöleni yapmak istediğini, benim bir şairler ekibi oluşturmamı istemişti. Mehmet Çınarlı, Bekir Sıtkı Erdoğan, Yavuz Bülent Bakiler, Nüzhet Erman, Mehmet Zeki Akdağ ve Tahir Kutsi Makal’ın da yer aldığı bir grup şairle yola çıktık.
Mehmet Çınarlı,
“Yahya şu sulu adamı ne diye aldın, seni memleketinde mahcup düşürebilir…” deyince,
“Mehmet Ağabey, içimizde lacili cicili ciddili çok… O da ayrı bir renk katsın istedim…” dedimse de, uçakta Tahir Kutsi için bir tedbir olmak üzere hepsine hitaben bir açıklama yaptım!
“Bizim Bayburt’umuz, muhafazakârın da ötesinde, mutaassıptır. Sadece kahramanlık şiirleri okuyacağız…” Tahir Kutsi elini uzattı
“Bravo” diyerek beni tebrik etti. Fakat yine de sinsi bir muziplik okunuyordu fosfor gibi parlayan bakışlarında…
Gece şiir şöleni başladı. Gayet iyi gidiyordu. Sıra Tahir Kutsi’ye gelmişti. Güzel bir giriş yaptı
“Bizim başkanımız Yahya Akengin, Bayburt’ta sadece kahramanlık şiirleri okunacak, dedi. Tabii ki Bayburt’a yakışan da budur. Ben de size şimdi bir kahramanlık şiiri okuyacağım. Hem de en büyük kahramanlığın şiirini… En büyük kahramanlık nedir sevgili Bayburtlular?” Derin bir sesizlikten sonra Tahir Kutsi devam etti:
“En büyük kahramanlık aşktır aşk…” Bir alkış tufanı koptu ki şaşırıp kalmıştım.
Tahir Kutsi başladı
“Babanız yine âşık çocuklar…” şiirini okumaya. Genellikle matrak olsun diye daha önceleri başka yerlerde okumasını bizimde isteyip gülüştüğümüz bu şiirin gördüğü ilgiye şaşmamak mümkün değildi. Tahir Kutsi devam ediyordu:
“Söylemeyin ananıza utanırım / Sizi asar beni keser / Onu iyi tanırım… / Surat köftesi getirir sofraya / Azar çorbası kor / Babanız yine ‘aşık çocuklar, eve erken gelmesi ondan / Yüzünün gülmesi ondan…”
Gırgır aldığımız bu şiiri ile geceyi silip süpürmüş, aldığı alkışlarla tavanın tozlarını indirmişti. Fakat hani benim o ciddiyetli muhafazakâr Bayburtlularım, etrafa bakıp duruyorum, herkes memnun ve gülücükler içinde. Dönüp yine de Tahir Kutsi’ye ters ters bakıyorum. O da
“Aldın mı alacağını” dercesine muzipçe gülüyor ve bana parmaklarıyla argo bir işaret gönderiyor.
(*) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...