Yavuz Sultan Selim’in bölgeselden “evrensele uzanan bir imparatorluğun siyasal stratejinin” inşasında oynadığı tarihsel rol, hep göz ardı edilmiştir. Meselenin, büyük bir siyasal dehayı gerektirdiği göz ardı edilip bir mezhep meselesine, oradan da Alevi Türkmen “kabile idolüne” indirgenmesine nedense sessiz kalınmıştır. O zaman mesele şudur; ya bölgede mezhep devletleri kurulacaktır ya da bütün bunların üstünde “bir imparatorluk yapısının” gerektirdiği, zamanın ruhuna uygun bir yapı oluşturulacaktır. Yavuz’un yaptığı budur.
Bugün orta doğuda karşılaşılan her konu; Arap, Kürt, Türkmen, Suriye, Irak, İran, Turan meselesi dönüp dolaşıp Yavuz Sultan Selim’in yaptığı imparatorluk stratejinse ve büyük entegrasyona yeniden bakmayı gerektirmektedir. Yavuz Sultan Selim Han, İran-Turan çatışmasının o günkü tezahürüne evrensel bir imparatorluk olmanın vizyonuyla cevap vermiştir.
Tarihsel ittifak
İran’ın mezhepçi siyasetini (o günkü İran’ın Türk olduğunu, hatta bırakın Türk olmayı Türkmencilik davası güden bir anlayışı Şah İsmail’in şahsında temsil ettiğini unutmamak gerekir) etkisiz kılacak bir ittifakı gerçekleştirmiştir. Sultan Yavuz’un kurduğu Osmanlı-Türkmen-Kürt ittifakı, İran’ı tarihsel olarak bir “bölgesel devlet” konumunda izole ederken Osmanlı, tarihsel olarak “İmparatorluk çağının” en büyük modeli haline gelmiştir. Sultan Yavuz’un bu stratejisi Şia’yı bölgeselleştirirken, “kendisini Sünni bir imparatorluğa” dönüştürmesi beklenirken, o bu yola gitmemiş imparatorluğu “siyasal yapısına uygun” bir politikaya yöneltmiştir.
İmparatorluk çok dinli, çok mezhepli, çok cemaatli, farklılaşmış unsurları bir arada tutan evrensel karakterli bir siyasal yapıya açılmıştır. Tüm bunların “tarımsal toplumsal yapıların”egemen olduğu orta zaman imparatorluk düzeninde yaşandığını unutmamak gerekir.
Türkiye “çözüm süreciyle” bu tarihsel, kültürel uzlaşmayı tekrar etmedi ama yeniden hatırladı ve ele aldı. Bilindiği gibi tarih tekerrür eden bir şey değildir. Bu sebeple bu tarihsel/ kültürel çözümün dayandığı temelleri kavrayıp, küresel çağda farklı toplumsal yapıların yaşandığı bir dönemde “yeni bir stratejiye” dönüştürmek mecburiyeti bulunmaktaydı.
Mezhep ve siyaset
Bugün, küresel çağda mezhep eksenli bir devlet, bu anlayışıyla Ortadoğu’yu yeniden şekillendirilmek istenmektedir. Yüzlerce yıl Yavuz Sultan Selim’in bölgesel bir devlet olarak izole edip, etkisizleştirdiği “bir siyaset tarzı” farklı şartlarda yeniden ortaya çıkmaktadır. Enerji kaynaklarının sağladığı ekonomik güçle “devrimci İslam” anlayışıyla, böyle bir arayışa girişmek, ABD’nin Irak işgali sonrasında konjonktürün sunduğu fırsatlarla da birleşince ciddi bir soruna dönüşmüştür.
İran’ın mezhep eksenli siyasetinin Irak’ta yankı bulması, ferasetsiz siyasetçilerin ülkelerinin bölünme pahasına bu siyasetin peşine takılması IŞİD gibi kanlı- karalık yapıların işini kolaylaştırdığını tahmin edebiliriz. Bütün bunlar yaşanırken, Türkiye’nin “çözüm sürecinin” önemini yeniden anlamak ve kavramak gerekmektedir. Türkiye, yeniden tarihsel olarak akrabalığı tartışılmayacak Kürtlerle yeni bir ittifak yaparak hem mezhepçiliğe hem de “etnik tuzağa” karşı farklı bir siyasi çözümü ortaya koymuştur.
Çözüm sürecinin, sadece terör belasından kurtulma gibi bir yolu açmadığını, bölgede yeni bir ittifak ve entegrasyon imkanı olarak büyük bir potansiyeli harekete geçirdiği görmek gerekir. Yoksa bu kadar tepki bu kadar fırtına kopar mıydı? Çözüm süreci bu coğrafyanın yeniden harekete geçmesini, büyük bir siyasal ittifaka doğru gitmesinin ilk adımı olduğu içindir ki bu kadar büyük saldırılarla karşı karşıya kalınmıştır.