Genç yaşında parasız, pulsuz geldiği İstanbul’da, uzun yıllar gurbetçilik yapıp  bilek gücüyle çalıştıktan sonra, kendi işini kuran, bu arada hatırı sayılır miktarda mal mülk edinen Halit Efendi, yaşlanınca elini ayağını ticarî faaliyetlerden çekmiş, bütün işlerini yanında çalıştırıp yetiştirdiği çocuklarına devretmişti.

Bir süre daha sadece vakit geçirmek için gittiği dükkânına zamanla uğramaz olmuştu. Çalışma hayatından  ayrılınca koskoca şehirde birkaç saatliğine de olsa sohbet edeceği, oturup çay içeceği dost, akran bulmada zorluk çekiyor, hemşeri derneği ya da kahvehane gibi yerlerde uzun süre oturamıyordu. Hayatı, evi ile semtteki cami arasında geçiyordu. Yıllar önce köyünde yaşadığı neş’eli, dostluk, ahbaplık dolu günler  gözünde tütmeye başlamıştı.

Her semtinin ayrı tarihî ve tabii güzelliklerine rağmen; şehrin kalabalığı, gürültüsü, hareketli ve güvensiz  yaşamı, hava kirliliği ihtiyar bedenine ağır geliyor, bıkkınlık ve mutsuzluk sebebi oluyordu. Artık aklı fikri köyünde ve orada geçirdiği, tüm yoksulluğuna, ağır çalışma şartlarına rağmen neşesi muhabbeti eksik olmayan günlerinde idi. Göz alabildiğince uzanan yeşil meralarda hodağlık yaptığı çocukluk günlerini, köydeki samimi hısım akraba, konu komşu ilişkilerini arıyor, zaman zaman dalıp gidiyor gözleri yaşarıyordu.

Çocukları, İstanbul'da büyüdükleri, eğitimlerini orada yaptıkları, iş ve çevre sahibi oldukları için şehri seviyorlardı, memleketle çok fazla maddi veya duygusal ilişkileri yoktu. Kendisi  ise uzun senelerdir köye gidememiş, eski, toprak damlı, ahşap  evleri bakımsızlıktan çoktan yıkılmıştı. Köyde yakın akrabası kalmadığı gibi misafir olarak gideceği bir yakını da yoktu. Eskiden kalabalık olan Sünür beldesi, İstanbul, Ankara, Bursa gibi büyükşehirlere giden ahalisinin daha çok tatlıcılık olmak üzere girdikleri işlerde başarı göstermesi ile, genç nüfusunu oralara kaptırmıştı. Nüfus yaşlanınca çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan çok az aile kalmış, geniş arazi ve çayırlara sahip koca belde iyice ıssızlaşmıştı.

Sılayı son bir defa görme fikri, Halit Efendi'de gün geçtikçe artan takıntı haline gelmişti. Gece gündüz kendi kendine "ölmeden köyü bir görsem" diye söyleniyor, gündüz doğup büyüdüğü toprakların  hayaliyle yanıp tutuşuyor, gece rüyalarında oraları görüyor, yaz gelmeden gidemeyeceği için içi daralıyordu.

Kış hüküm sürmesine rağmen, bir sabah namazından sonra camdan, şehrin bir anlık yalancı sessizliğini seyrederken, gençliğinde aldığı gramofonun sesini hafiften açmış "Leyla bir özge candır" şarkısından sonra, çevirdiği plaktan çok sevdiği "saçlarıma ak düştü sana ad bulamadım" şarkısı işitilmeye başlamıştı. Bu hasreti biraz olsun dindirme fikrini artık eyleme dökmeye karar verdi. Hanımı, çocukları dahil hiç kimseye haber vermeye gerek görmeden otobüs yazıhanesine giderek biletini aldı. Ertesi gün ikindi vakti yola çıktı, gece boyu yol aldılar. Namaz ve yemek molalarında son yıllarda yolculuklarda peyda olan ayaklarının ve bacaklarının şişini azaltmak için fazla uzaklaşmadan tur atmaya, yürümeye çalışıyordu. Sabah güneşin ışıması ve anlık alçalıp yükselen seslerden, otobüsün çok rahat olmayan koltuğunda uyanınca, yarı uykulu bir halde olmasına rağmen, arazinin düzleşmesi ve göz alabildiğince uzanmasından sılaya doğru yaklaştıklarını anladı.

Kelkit, Köse ve sınır komşuları olan Salyazı Beldesinden sonra, türbesi de o civarda olan Akkoyunlu Beylerinden Kutlu Bey'in yaptırdığı tarihî camiinin, şimdiki minareler kadar yüksek olmayan, geniş yuvarlak biçimli minaresi göründü. Eskiden çok az köyde minare vardı. Ayağa kalkan yaşlı adam çocukluk günlerinin geçtiği, beyaza bürünmüş toprakları, ağaçları, tarlaları, yolları, düz ve geniş araziden geçen ırmağı, yeni ışıyan güneşin ışığında otobüsün camlarından görebildiği kadar heyecanla temaşa etti. Evleri görünce, tandırda anasının pişirdiği yemekleri hatırladı. Sıcak böreklerin kıymasındaki dargun kokusu, ayranlı çorbadaki aşotu kokusu geliyordu burnuna. Sağa sola bakıyor kokunun nerden geldiğini çözemiyordu. Otobüsteki yolculardan bazıları adamın davranışlarına bir mana veremediklerinden sorgulayıcı bakışlarla bakıp kafalarını sallıyorlardı. Otobüs, köyün kurulduğu Mormuç Ovası'nı geçip şehre doğru yönelince kokular kesildi.

Halit Efendi, otogarda otobüsten indi. Yürüyerek şehir merkezine vardı, cadde ve sokaklarda akşama kadar dolaştı durdu. O gün gördükleri moralini düzeltmişti. Çocukluğunda, önden kol çevrilerek çalışan Austın kamyon kasasında geldikleri; tenekelerle  gaz yağı, tahta kasalarla domates, çay, şeker, lastik gibi şehirde  satın aldıklarını yerleştirip, aynı kamyon kasasında köye dönmek için tekrar toplandıkları Yıldız Garajı'na uğradı. Hatırladığı, Çoruh kenarında bahçesi olan eski lokantada döner yedi. Adliyede memur olarak çalışan, genç yaşlardaki köylüsüne rastlayınca birkaç dakika ayak üstü sohbet ettiler. Ona, büyük ihtimal sadece ona, geliş sebebini tek cümleyle  anlattı: "-Sabah namazından sonra köy aklıma vurdu."

Geceyi ana caddedeki, çocukluğundan bildiği küçük eski otelde geçirdi. Ertesi sabah İstanbul’a, daha doğrusu evine dönmek için otobüs yazıhanesinden biletini satın aldı. Öğle üzeri hareket ettiler. Doğup büyüdüğü, özlemini çektiği toprakları bir daha görecek olmanın sevinci ve az sonra uzaklaşacak olmanın hüznü kapladı Halit Efendi'nin içini yine.

Manas’ın önünden geçilip, tarihi minare uzaktan kendini gösterince, yine ayağa kalkarak, ufukta kayboluncaya kadar köyünün toprak damlı evlerini, damlarını, mereklerini, tarlalarını, çayırlarını;  hayvanlarını, kuşlarını adeta bir daha göremeyeceğini hissederek son defa doya doya seyretti. Gördüğü tek tük insan karartılarına dikkat kesilmesine rağmen kim olduklarını seçemedi. Çok belli olmayan, bir daha duyulmayan fısıltılı kadın sesi geldi kulağına: "-kazlar sökün etti gelir…" anasının sesine nasıl da  benziyordu. Kış olduğu için her taraf bem beyaz karla kaplı idi, yine de çimen, kekik, reyhan, aşotu, dargun karışımı keskin bir koku geliyordu burnuna. Sonra hepsi görünmez oldu usulca ve bir daha göremeyeceği fakat var olduklarını bildiği şeylerin belli belirsiz  sesleri otobüsün homurtusunda duyulmaz oldu. Aşotu, dargun kokularının yerini koltuk, mazot kokuları aldı. Yalnızlığın, gurbetin hüznü kapladı ruhunun derinliklerini; bir daha başını kaldırıp bakmadı camdan dışarı.

İstanbul’a döndükten sonra ailesinin sorularını duymamazlıktan geldi, ne yaptığından, kayıplara karıştığı üç günü nerede geçirdiğinden kimseye söz etmedi. Vefat ettiğinde köyünü dünya gözü ile göreli iki ay ancak olmuştu.