28 Şubat müdahalesinin ardından Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı sona ermişti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e bir proje sunmak üzere Çankaya Köşk’ündeydim. Akşam saatleriydi. Demirel beni makam odasında kabul etti. Başka kimse yoktu. Projemizi anlattım. Türk Dünyasıyla ilgili bir projeydi. Demirel bir ara bana şöyle bir soru yöneltti: “Giden hükümet Türk Dünyası konusunda neler yaptı Yahya Bey?”
Aslında bu sorunun bir konuşmanın kapısını aralamak için olduğunu anlıyordum. Ben de tek cümleyle cevaplandırdım: “Neler yaptığını ben de bilmiyorum Sayın Cumhurbaşkanım, ancak, “Türk Milleti” dememeye özel bir itina gösterdi.”
Demirel anlatıyordu: “Asrı Saadet’i bir kenara bırak, Selçuklu’nun, Omsnalı’nın, Maveraünnehir Türk Ekolünün olmadığı bir İslam Tarihi boşta kalır...” Bu çerçevede konuşmalarımız devam ederken bana bir başka soru yöneltti: “Gidip oraları gezdiğinde Fethullah Gülen okullarını görüyor musun, nasıl buluyorsun?”
Kanaatim olumluydu. İzlenimlerimi aktaraıyordum: Demirel de öyle düşünüyordu.
Ancak ben bu konuda Muzaffer Özdağ’la anlaşamıyordum. Muzaffer Özdağ saygı duyduğum bir şahsiyetti. Ben sözkonusu okulların Türklük imajını dışarıda geliştirdiğini düşünüyordum. Bunun sebeplerini, gördüklerime dayanarak anlatıyordum.
Muzaffer Özdağ şöyle diyordu: “Sana inanıyorum sevgili Akengin.. Söylediklerinin hepsini de kabul ediyorum. Ancak benim kurmay kafamın cevabını bulamadığı bir soru var. Eğer Amerika önünü açmasaydı, o okullar oralarda olamazdı. Amerika neden bunu yapıyor?”
Doğrusu, buna bir cevap veremiyordum ama bu yolu Amerika’nın açmış olduğu konusunda da kesin bir kanaat sahibi değildim.
Ayrıca Fethullah Gülen o sıralarda kamuoyuna oldukça Türkçü ve Milliyetçi mesajlar vermekteydi.
Aslında bu sorunun bir konuşmanın kapısını aralamak için olduğunu anlıyordum. Ben de tek cümleyle cevaplandırdım: “Neler yaptığını ben de bilmiyorum Sayın Cumhurbaşkanım, ancak, “Türk Milleti” dememeye özel bir itina gösterdi.”
Demirel anlatıyordu: “Asrı Saadet’i bir kenara bırak, Selçuklu’nun, Omsnalı’nın, Maveraünnehir Türk Ekolünün olmadığı bir İslam Tarihi boşta kalır...” Bu çerçevede konuşmalarımız devam ederken bana bir başka soru yöneltti: “Gidip oraları gezdiğinde Fethullah Gülen okullarını görüyor musun, nasıl buluyorsun?”
Kanaatim olumluydu. İzlenimlerimi aktaraıyordum: Demirel de öyle düşünüyordu.
Ancak ben bu konuda Muzaffer Özdağ’la anlaşamıyordum. Muzaffer Özdağ saygı duyduğum bir şahsiyetti. Ben sözkonusu okulların Türklük imajını dışarıda geliştirdiğini düşünüyordum. Bunun sebeplerini, gördüklerime dayanarak anlatıyordum.
Muzaffer Özdağ şöyle diyordu: “Sana inanıyorum sevgili Akengin.. Söylediklerinin hepsini de kabul ediyorum. Ancak benim kurmay kafamın cevabını bulamadığı bir soru var. Eğer Amerika önünü açmasaydı, o okullar oralarda olamazdı. Amerika neden bunu yapıyor?”
Doğrusu, buna bir cevap veremiyordum ama bu yolu Amerika’nın açmış olduğu konusunda da kesin bir kanaat sahibi değildim.
Ayrıca Fethullah Gülen o sıralarda kamuoyuna oldukça Türkçü ve Milliyetçi mesajlar vermekteydi.
Günün birinde İstanbul’dan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak beni aradı. Mutlaka görüşmek istediklerini söyledi: “Hem de bugün” diye ısrar ediyordu.
Görüşmeyi kabul etmekle birlikte aynı gün İstanbul’a gidemeyeceğimi söyledim. “O zaman biz arakadaşlarla gelelim” deyince birden fazla kişinin Ankara’ya gelmesindense, benim İstanbul’a gitmemein daha makul olabaileceğini fakat o gün gidemeyeceğimi ifade ettim. Yine ısrar etti ve arkadaşlarıyla birlikte hemen gelmek istediklerini tekrarladı. Doğrusu merak etmiştim. “Bu kadar acil ne olabilir” diye sordum. “Çankaya’dan yapılan bir işaret üzerine bize de Hocaefendi emir verdi.” Cevabını aldım. Bu defa merakım daha da artmıştı. “Peki ben geleyim şimdi” dedim.
Yarım saat sonra onların talimatla gönderdikleri araba geldi. Havaalanı, sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın İstanbul Harbiye’deki merkezi...
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e, Türk Dünyası ile ilgili faaliyet tasarılarını anlatırken, Demirel kendilerine TÜRKSAV ve benden sözemiş, irtibatımız olup olmadığını sormuş.
Bazı faaliyetlerde işbirliği yapmayı arzuladıklarını ifade ettiler ve görüş alışverişinde bulunduk. İlk işbirliği “Abant Platformu” konusunda başladı. 28 Şubat süreci dolayısıyla bir meşruiyet sorunları olduğunun farkındaydım. Bizimle ve benzeri kuruluşlarla ortak görüntü vererek bu sorunu örtmek istedikleri de anlaşılıyordu. Benim kendileri hakkında kanaatlerim olumlu olduğu için de bizce bir sakıncası olmazdı.
TÜRKSAV ve başka bazı vakıfların da ortaklığı ile düzenlenen ve benim de katılıp açılış konuşmalarından birini yaptığım ilk Abant toplantısında Atatürk vurgusu yaptım. Atatürk’ün İslamiyetle ilgili ifadelerinden söz ettim.
Görüşmeyi kabul etmekle birlikte aynı gün İstanbul’a gidemeyeceğimi söyledim. “O zaman biz arakadaşlarla gelelim” deyince birden fazla kişinin Ankara’ya gelmesindense, benim İstanbul’a gitmemein daha makul olabaileceğini fakat o gün gidemeyeceğimi ifade ettim. Yine ısrar etti ve arkadaşlarıyla birlikte hemen gelmek istediklerini tekrarladı. Doğrusu merak etmiştim. “Bu kadar acil ne olabilir” diye sordum. “Çankaya’dan yapılan bir işaret üzerine bize de Hocaefendi emir verdi.” Cevabını aldım. Bu defa merakım daha da artmıştı. “Peki ben geleyim şimdi” dedim.
Yarım saat sonra onların talimatla gönderdikleri araba geldi. Havaalanı, sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın İstanbul Harbiye’deki merkezi...
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e, Türk Dünyası ile ilgili faaliyet tasarılarını anlatırken, Demirel kendilerine TÜRKSAV ve benden sözemiş, irtibatımız olup olmadığını sormuş.
Bazı faaliyetlerde işbirliği yapmayı arzuladıklarını ifade ettiler ve görüş alışverişinde bulunduk. İlk işbirliği “Abant Platformu” konusunda başladı. 28 Şubat süreci dolayısıyla bir meşruiyet sorunları olduğunun farkındaydım. Bizimle ve benzeri kuruluşlarla ortak görüntü vererek bu sorunu örtmek istedikleri de anlaşılıyordu. Benim kendileri hakkında kanaatlerim olumlu olduğu için de bizce bir sakıncası olmazdı.
TÜRKSAV ve başka bazı vakıfların da ortaklığı ile düzenlenen ve benim de katılıp açılış konuşmalarından birini yaptığım ilk Abant toplantısında Atatürk vurgusu yaptım. Atatürk’ün İslamiyetle ilgili ifadelerinden söz ettim.
Biraz da tavır ve tepkilerini ölçmek istiyordum. Esasaen Abant’taki davetliler arasında ilahiyatçı, fikir adamı, gazeteci ve başka alanları temsil eden geniş bir yelpaze vardı. Bazı ateist yazarlar da dâhil. Komisyon çalışmalarından sonraki genel müzakere toplantısını da Prof. Mehmet Aydın yönetiyordu. Çıkacak sonuç bildirisini müzakere ediyorduk.
Bildirinin bir maddesinde “Devlet kutsal değildir” ifadesi yer alıyordu. Namık Kemal Zeybek, Durmuş Hocaoğlu, Yaşar Nuri Öztürk ve ben buna itiraz ediyorduk. Oylama yapıldı, madde kabul edildi. Zeybek sinirlendi, toplantıyı ve Abant’ı terketti. Aynı şekilde Yaşar Nuri Öztürk de terk edip gitmişti.
Ben işin peşini bırakmamaya kararlıydım. Devlet eğer kutsal değilse onu kutsal yapmak gerektiğini savunurken böyle bir ifadeye neden gerek duyulduğunu da soruyordum. Uzun uzun tartışmaların ardından “Tekrir-i Müzakere” talep ettim. Talep oylandı ve kabul edildi. O madde de başka bir kalıba sokularak, devlet karşıtlığı anlamında uzaklaştırılmış oldu.
Ara sohbetlerden birinde Mehmet Ali Kılıçbay bana, “Atatürk gerçekten dinle ilgili o sözleri söylemiş mi?” diye sorunca, “Atatürk konusunda uzman olarak bilinen ve yazılar yazan sizsiniz, bilmeniz gerekmez mi?” cevabını verdim. Mehmet Ali Kılıçbay konuşmalarında “ateist” olduğunu da söyleme gereği duyuyordu.
Ara sohbetlerimizde Atatürk’ün o sözlerinin “Konjoktürel” olduğunu söyleyenler de çıkıyordu. Kur’an meali olayını, Diyanet teşkilatını kurmuş olmasını ve benzer icraatlarını hatırlatmakla beraber, benim Atatürk ve İslam dini konusundaki bakış açımda şöyle bir örnekleme de vardı.
Evet, Milli Mücadele’nin zafere ulaşmasında İslam imanının büyük payı ve itici gücü vardı. Bununla ilgili olaylar ve belgelerin inkârı mümkün olamazdı.
Kızılordu’nun işgaline uğrayan Afganistan’ın Müslüman halkının direnişi ve işgalcileri dize getirmiş olması da önemli ölçüde aynı imanın eseriydi.
Fakat işgalcileri ülkesinden kovmayı başaran Afgan halkı, hemen ardından birbirlerini gırtlaklama durumuna düşmüştü. Bir müslüman kesim, diğer müslüman kesimi “Kâfir” diye boğazlayabiliyordu. Afganistan’ın bugün sergilediği manzara da ortadadır.
Milli Mücadeleyi kazanmış olan Müslüman Türk halkı da aynı duruma düşebilirdi. Yıllarca süren varlık yokluk savaşlarında aydınlarını kaybetmiş, ehliyetli din adamlarından mahrum kalmış Anadolu’da hurafeler, din adına sergilenen ahkâm ve saptırmalar iyi düşünülürse, Afganlaşma iklimine çok uygun bir zemin vardı. Halkın algılama seviyesi de bu duruma paralel bir ortamı yansıtmaktaydı. Eğer dirayetli, kafasında olgunlaşmış projeleri bulunan bir lidere sahip olmasaydı Türkiye’nin Milli Mücadele Zaferi de Afgan misali bir serapa dönüşebilirdi.
Radikal dönüşümler daima tartışmaya açık boşluklar da bırakabiliyordu ve bu bizde de böyle olmuştur. Ancak şu soruyu sormak gerekir. Bu günkü Türkiye mi, yoksa bugünkü Afganistan mı olmak tercih edilebilir? Atatürk’ün, yanlış İslam idrakini cezalandırmak gibi bir misyon taşıdığını düşünmüşümdür. “Sarkaç” isimli romanımda da böyle bir değinme vardır.
Daha sonraki yıllarda sürüp giden Abant toplantılarında nice enterasanlıklar vardır. Her zaman açık toplumun kapalı toplumdan daha sağlıklı olabileceği düşüncesi ile bu toplantıları her şeye rağmen yararlı buluyordum.
Buradaki tartışmalarda oldukça uçuk bulduğum sözler de sarf ediliyordu. Mesela Prof. Mete Tunçay, “Benim için önemli olan demokrasidir. Demokrasi olsun da Türkiye bölünürse bölündün, önemli olan demokrasinin yaşatılmasıdır” diyebiliyordu.
Abant toplantılarında yapılan konuşmaların hepsi kitap haline getirilmiştir. Dolayısıyla benim konuşmlarım da o kitaplarda mevcuttur.
Fakat günün birinde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na şöyle bir mesajı göndermek durumunda kalmıştım. “Artık analşılıyor ki bizleri bir dolgu malzemesi olarak kullanmak sitemişsiniz. Fakat biz bir etkinliğin içerisinde inanadığımız sürece yer alır, bu inancı yitirdikten sonra da orada bulunmayız. Sizinle yaptığımız işbirliğinden dolayı hücumlara da maruz kaldık, fakat inandığımız için göğüsledik.”
Artık kafamadaki soru işaretleri çoğalmaya başlamış, yollarımız ayrılmıştı. Daha sonraları Fethullah Gülen’in yurtdışındaki okullarıyla ilgili bazı çelişkilerde dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bununla ilgili bir örneği de burada paylaşarak, fazla uzatmak istemiyorum.
Üsküp’te bulunduğum bir sırada Yahya Kemal Koleji’nin yöneticileri davet ettiler, gittim. Yakın ilgi ve ağırlamaların ardından bir edebiyat sınıfına girmek istediğimi söyledim. “Hay hay” diyerek buyur ettiler. Sınıfta öğrencilerden bir Yahya Kemal şiiri okumalarını istedim. Çıt yoktu. “Çocuklar Yahya Kemal’i biliyor musunuz?” Ses yoktu. “Çocuklar Yahya Kemal burada doğmuş bir Türk şairidir, okulunuz O’nun ismini taşıyor...” Öğrenciler şaşkın şaşkın bana bakarken, “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum/Her lahza bir alev hasretti duyduğum” mısralarını ve devamını okumaya başladığımda gözleri ışıldamaya başlamıştı.
Hocalarını göstereek, biraz da sitemli bir sesle, “Sorsaydınız öğretirdi size hocalarınız...” diyerek sınıfı terkettim.
Daha sonraları öğreniyorum ki Kırımdaki Gaspıralı İsmail’in adını taşıyan okulda da Gaspıralı bilinmiyordu.
Her yıl düzenlenen “Türkçenin Şampiyonları” gösterilerinde yabancı öğrencilerin bülbül gibi Türkçe şarkı, türkü ve şiir okumalarını izleyenler gözyaşlarını tutamaz, “Dünyanın dört bir yanına Türkçe öğretiliyor” düşüncesiyle takdir ederler. Oysa bu çocuklarla başbaşa kaldığımızda “Adın ne?” diye sorsanız anlamadığını görürsünüz. Ben bunu da gördüm. Ajda Pekkan’ın Fransızca aşrkı söylemesini duyan bir Farnsız, “Dilimizi ne güzel biliyor...” diyebilir.
Bildirinin bir maddesinde “Devlet kutsal değildir” ifadesi yer alıyordu. Namık Kemal Zeybek, Durmuş Hocaoğlu, Yaşar Nuri Öztürk ve ben buna itiraz ediyorduk. Oylama yapıldı, madde kabul edildi. Zeybek sinirlendi, toplantıyı ve Abant’ı terketti. Aynı şekilde Yaşar Nuri Öztürk de terk edip gitmişti.
Ben işin peşini bırakmamaya kararlıydım. Devlet eğer kutsal değilse onu kutsal yapmak gerektiğini savunurken böyle bir ifadeye neden gerek duyulduğunu da soruyordum. Uzun uzun tartışmaların ardından “Tekrir-i Müzakere” talep ettim. Talep oylandı ve kabul edildi. O madde de başka bir kalıba sokularak, devlet karşıtlığı anlamında uzaklaştırılmış oldu.
Ara sohbetlerden birinde Mehmet Ali Kılıçbay bana, “Atatürk gerçekten dinle ilgili o sözleri söylemiş mi?” diye sorunca, “Atatürk konusunda uzman olarak bilinen ve yazılar yazan sizsiniz, bilmeniz gerekmez mi?” cevabını verdim. Mehmet Ali Kılıçbay konuşmalarında “ateist” olduğunu da söyleme gereği duyuyordu.
Ara sohbetlerimizde Atatürk’ün o sözlerinin “Konjoktürel” olduğunu söyleyenler de çıkıyordu. Kur’an meali olayını, Diyanet teşkilatını kurmuş olmasını ve benzer icraatlarını hatırlatmakla beraber, benim Atatürk ve İslam dini konusundaki bakış açımda şöyle bir örnekleme de vardı.
Evet, Milli Mücadele’nin zafere ulaşmasında İslam imanının büyük payı ve itici gücü vardı. Bununla ilgili olaylar ve belgelerin inkârı mümkün olamazdı.
Kızılordu’nun işgaline uğrayan Afganistan’ın Müslüman halkının direnişi ve işgalcileri dize getirmiş olması da önemli ölçüde aynı imanın eseriydi.
Fakat işgalcileri ülkesinden kovmayı başaran Afgan halkı, hemen ardından birbirlerini gırtlaklama durumuna düşmüştü. Bir müslüman kesim, diğer müslüman kesimi “Kâfir” diye boğazlayabiliyordu. Afganistan’ın bugün sergilediği manzara da ortadadır.
Milli Mücadeleyi kazanmış olan Müslüman Türk halkı da aynı duruma düşebilirdi. Yıllarca süren varlık yokluk savaşlarında aydınlarını kaybetmiş, ehliyetli din adamlarından mahrum kalmış Anadolu’da hurafeler, din adına sergilenen ahkâm ve saptırmalar iyi düşünülürse, Afganlaşma iklimine çok uygun bir zemin vardı. Halkın algılama seviyesi de bu duruma paralel bir ortamı yansıtmaktaydı. Eğer dirayetli, kafasında olgunlaşmış projeleri bulunan bir lidere sahip olmasaydı Türkiye’nin Milli Mücadele Zaferi de Afgan misali bir serapa dönüşebilirdi.
Radikal dönüşümler daima tartışmaya açık boşluklar da bırakabiliyordu ve bu bizde de böyle olmuştur. Ancak şu soruyu sormak gerekir. Bu günkü Türkiye mi, yoksa bugünkü Afganistan mı olmak tercih edilebilir? Atatürk’ün, yanlış İslam idrakini cezalandırmak gibi bir misyon taşıdığını düşünmüşümdür. “Sarkaç” isimli romanımda da böyle bir değinme vardır.
Daha sonraki yıllarda sürüp giden Abant toplantılarında nice enterasanlıklar vardır. Her zaman açık toplumun kapalı toplumdan daha sağlıklı olabileceği düşüncesi ile bu toplantıları her şeye rağmen yararlı buluyordum.
Buradaki tartışmalarda oldukça uçuk bulduğum sözler de sarf ediliyordu. Mesela Prof. Mete Tunçay, “Benim için önemli olan demokrasidir. Demokrasi olsun da Türkiye bölünürse bölündün, önemli olan demokrasinin yaşatılmasıdır” diyebiliyordu.
Abant toplantılarında yapılan konuşmaların hepsi kitap haline getirilmiştir. Dolayısıyla benim konuşmlarım da o kitaplarda mevcuttur.
Fakat günün birinde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na şöyle bir mesajı göndermek durumunda kalmıştım. “Artık analşılıyor ki bizleri bir dolgu malzemesi olarak kullanmak sitemişsiniz. Fakat biz bir etkinliğin içerisinde inanadığımız sürece yer alır, bu inancı yitirdikten sonra da orada bulunmayız. Sizinle yaptığımız işbirliğinden dolayı hücumlara da maruz kaldık, fakat inandığımız için göğüsledik.”
Artık kafamadaki soru işaretleri çoğalmaya başlamış, yollarımız ayrılmıştı. Daha sonraları Fethullah Gülen’in yurtdışındaki okullarıyla ilgili bazı çelişkilerde dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bununla ilgili bir örneği de burada paylaşarak, fazla uzatmak istemiyorum.
Üsküp’te bulunduğum bir sırada Yahya Kemal Koleji’nin yöneticileri davet ettiler, gittim. Yakın ilgi ve ağırlamaların ardından bir edebiyat sınıfına girmek istediğimi söyledim. “Hay hay” diyerek buyur ettiler. Sınıfta öğrencilerden bir Yahya Kemal şiiri okumalarını istedim. Çıt yoktu. “Çocuklar Yahya Kemal’i biliyor musunuz?” Ses yoktu. “Çocuklar Yahya Kemal burada doğmuş bir Türk şairidir, okulunuz O’nun ismini taşıyor...” Öğrenciler şaşkın şaşkın bana bakarken, “Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum/Her lahza bir alev hasretti duyduğum” mısralarını ve devamını okumaya başladığımda gözleri ışıldamaya başlamıştı.
Hocalarını göstereek, biraz da sitemli bir sesle, “Sorsaydınız öğretirdi size hocalarınız...” diyerek sınıfı terkettim.
Daha sonraları öğreniyorum ki Kırımdaki Gaspıralı İsmail’in adını taşıyan okulda da Gaspıralı bilinmiyordu.
Her yıl düzenlenen “Türkçenin Şampiyonları” gösterilerinde yabancı öğrencilerin bülbül gibi Türkçe şarkı, türkü ve şiir okumalarını izleyenler gözyaşlarını tutamaz, “Dünyanın dört bir yanına Türkçe öğretiliyor” düşüncesiyle takdir ederler. Oysa bu çocuklarla başbaşa kaldığımızda “Adın ne?” diye sorsanız anlamadığını görürsünüz. Ben bunu da gördüm. Ajda Pekkan’ın Fransızca aşrkı söylemesini duyan bir Farnsız, “Dilimizi ne güzel biliyor...” diyebilir.
Yine de bu okulların işlevleri ile ilgili kesin bir hüküm verme noktasına gelmiş değilim. Ancak Fethullah Gülen’in Amerika ikametinin soru işaretleri kafamda çoğaldıkça çoğalıyor, Muzaffer Özdağ’ı hatırlamadan edemiyorum. Şunu da ifade etmeliyim ki Fethullah Gülen cemaatinin insicanlı bir topluluk olduğuna inanmıyorum. İçlerinde gerçekten hizmet ve Allah rızası duygularının dışında hesapları bulunmayanlar olduğu gibi, ticari ve başka bağlarla kayıtlı olanlarının, Türk milletinin birlik ve bütümlüğüne inanların yanı sıra, etnik bölücülük düşünceleriyle o saflarda yer tutanların var olduğunu düşünmekteyim. Grubun gazete ve televizyonlarında son zamanlarda milliyetçiliğe yönelik açık saldırılar da dikkatlerden kaçacak gibi değil.
Eğer bunu İslamcılık adına yaptıklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Türk milletini tarihte doruk noktalara taşıyan İslam ruhu olmuştur. Eğer milliyetçiliği ırkçılık olarak algılıyorlarsa, bu da onların Türk Milliyetçiliğini anlamaktan uzak olduklarını gösterir. Her zaman söylemekteyim. Eğer bir millet varsa, milliyet bilinci olduğu için vardır. Türk’ün millet ve milliyet duygusu, ırkçılığa tenezzül etmeyecek derecede yüksek bir kültürün ifadesi ve neticesidir. Peşine takıldıkları AB ve ABD emperyalizminin temelinde ise ırkçılık duygusu egemendir. Aama onlar şovenistliklerini çok ustaca makyajlarla saklayarak, bizim bazı “aydın”larımızı ve cemaatlerimizi kandırmayı başararak, içimizde kendi Truva atlarını beslemeyi sürdürürler.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...
Eğer bunu İslamcılık adına yaptıklarını sanıyorlarsa, yanılıyorlar. Türk milletini tarihte doruk noktalara taşıyan İslam ruhu olmuştur. Eğer milliyetçiliği ırkçılık olarak algılıyorlarsa, bu da onların Türk Milliyetçiliğini anlamaktan uzak olduklarını gösterir. Her zaman söylemekteyim. Eğer bir millet varsa, milliyet bilinci olduğu için vardır. Türk’ün millet ve milliyet duygusu, ırkçılığa tenezzül etmeyecek derecede yüksek bir kültürün ifadesi ve neticesidir. Peşine takıldıkları AB ve ABD emperyalizminin temelinde ise ırkçılık duygusu egemendir. Aama onlar şovenistliklerini çok ustaca makyajlarla saklayarak, bizim bazı “aydın”larımızı ve cemaatlerimizi kandırmayı başararak, içimizde kendi Truva atlarını beslemeyi sürdürürler.
Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...