Türkiye’yi Yunanistan üzerinden anlamaya çalışmak veya Yunanistan’ı Türkiye üzerinden okumaya kalkmak ne kadar mümkündür. Yunanistan’da yapılan seçimleri AlexisTsipras’ın partisi Syriza’nın kazanması, bizde kendisine “sol” diyen çevrelerde bayağı bir heyecan yaratmışa bezemektedir. Geleceğe dair, adeta koyu bir “karamsarlık duygusu” yaşayan bu çevrelerin heyecanlanmasını, olumlu karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü “siyaseten gelecek ümidini kaybetmiş olmanın” nasıl travmalar yarattığını, yakın geçmişte yaşanan olaylardan gözlemlemek mümkündür.
Siyasi olarak gelecekten ümidini kesenler ya “ordu göreve” kampanyaları yaparak, zaten toplumun siyasal kültüründe ciddi sorunlara yol açmış bulunan “militarizmi depreştiren” bir role soyunmuşlar ya da demokratik sistemde asla politik bakımdan bir yeri olmaması gereken, devlet içinde örgütlenmiş “paralel unsurlarla” ittifak arayışına giderek, demokratikleşme sürecinin önünde engeller koymaya yönelmişlerdir.
Hayal ve gerçek
Yunanistan’daki durumdan kalkarak heyecanlananların, ümitlenenlerin yüzlerini siyasetten çevirmemeleri, demokrasiyi tek çıkış yolu olarak görmeleri önemlidir fakat hem söz konusu ülkede meydana gelen olayları hem de bu olayların meydana getirdiği sorunları iyi anlamak, buradan yükselen Syriza hareketini analiz etmek gerekir. Meseleyi anlamayanların “Yunanistan’da CHP iktidara geldi” diye çığlık atanların veya “oranın HDP’si Syriza” diye parlak yorumları yapanların ciddiye alınması veya bu sözlerin büyüsüne kapılmak, korkarım ki en çok bu partilere zarar verecektir.
Öncelikle Yunanistan’ın AB üyesi bir ülke olduğunu ama bu ülkenin “ne kömür birliği ne de çelik birliği standartlarına sahip olabilecek bir üretim gücü olmadan”, sanayi devrimini bir tarafa bırakın ciddi bir sanayileşme hamlesine dahi sahip olmadan bu birliğe katıldığını unutmamak gerekir. Yunanistan sadece turizm gelirleriyle, limancılık ve deniz taşımacılığıyla girdiği AB’nin ekonomik ilişkilerine ayak uydurma potansiyelinden uzak bir ekonomik yapının zaaflarını, AB’den aldığı bol ve ucuz fonlarla desteklenmesine rağmen, bir üretim gücüne dönüştürmekte de yetersiz kalmış bir ülkedir.
Birlik yönetiminin cömert fonlarıyla, hızlı bir biçimde ürettiğinden fazla tüketen, bunda da her geçen gün ölçüyü yitiren çılgın bir tüketim toplumu haline dönen bir ülkede krizi hazırlayan sürecin iki önemli sebebini dikkate almadan durum yeterince anlaşılamaz. Bunlardan ilki AB’nin ortak para birimine katılmak; diğeri ise küresel krizin AB’nin bu ülkeye dönük destekleme politikasını sürdürülemez hale getirmesidir.
Türkiye nere Yunanistan nere!
Şimdi, Yunanistan seçimlerinin sonuçlarına bakarken şu noktalara dikkat çekmek gerekmektedir. Bir, Yunan seçmeni AB karşısında özellikle Almanya başta olmak üzere güçlü ekonomilere karşı tepkisel bir tavır içindedir. Bu yönüyle Syriza partisi ulusalcı ve popülist bir söyleme de zaman zaman başvuran bir sol partidir. İki, bu siyasi hareket etnik bir kimliğe dayanarak ortaya çıkmadığı gibi güçlü bir sınıfsal dönüşüme sahip olmayan Yunan toplumunda, işçi sınıfı gibi bir toplumsal temele de dayanmamaktadır.
Popülist bir partinin kriz sürecinde, AB ile yaşadığı çelişkiler etrafında ortaya koyduğu eleştirel tavır onun birinci parti olmasına yetmiştir fakat ülkesinin yaşadığı “ekonomik çöküntüyü aşma” konusunda borçların ödenmemesi veya “silinmesi” dışında nasıl bir yol izleneceği konusunda fazla bir şey söylenmemiştir. Küresel krize rağmen büyüyen, aldığı borçları üretime çeviren, dünyanın on altıncı büyük ekonomisi olan, G 20 lideri olan Türkiye’nin muhalefet partilerinin böyle bir hareketi kendileri için “bir model” görmesi ise, ancak bir yetersizlik psikolojisinin işareti olabilir!
Ayrıca da anti-emperyalist/ anti-AB ve anti-Siyonist bir söyleme sahip olan Syriza’yı, hükümeti bizzat Batıcı, AB’ci ve hatta İsrail’in argümanlarıyla eleştiren CHP ve HDP’ye benzetmek büyük hata olur.