"Türkiye yalnızlaşıyor, giderek ABD'den AB üyelik perspektifinden uzaklaşıyor" diyerek yarı tehdit, yarı korkutma maksadı içeren bir kampanya yürütülüyor. Bu kampanyayı yürütenlere göre, Başbakan Erdoğan Türkiye'yi Batı'dan uzaklaştırmaktadır. Peki, Batı'dan uzaklaştırıp nereye yaklaştırmaktadır diye sorarsanız cevapları hazırdır. Bunlardan bazılarına göre, İran'a bazıları ise, "mezhepçi bir politika izleyerek" İran'dan bile uzaklaştığını, hatta El-Kaide'ye bile yakınlaştığını ileri sürmekten kendilerini alamamaktadırlar.
Türkiye ve İran tarihsel olarak kültürel dini yakınlıkları oldukları kadar, farklılıkları da olan ülkelerdir. Bunu hem İran hem de Türk yönetimi gayet iyi bilmektedir ve karşılıklı çıkar esasında işbirliği yapılarak farklı konularda ortak çalışmalar yaptıkları gibi, çeliştikleri meselelerde de "diplomatik bir mücadele" sürdürmektedirler.
Suriye meselesi, bu mücadelenin bilinen en açık örneğidir. Türkiye'nin El-Kaide gibi yapılarla bırakınız bir münasebetinin olmasını, bu unsurlarla zaman zaman sıcak temas halinde mücadele ettiğini, çatıştığını ise duymayan kalmamıştır.
Farklı bir dünya
Türkiye'nin mezhep siyaseti güttüğü iddiası ise, hem Türkiye'yi anlamamak hem de bölgesel dinamiklere ve uluslararası gelişmelere karşı ülkenin takip ettiği dış politikayı bütünüyle kavrayamamak demektir. Dış politika yapıcıların, başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmak üzere hükümetin bu yolda takip ettiği siyasi çizginin dayandığı parametreler açıktır. Bunlar ne mezhepçi bir anlayışa, ne bölgede herhangi bir ülkenin rejimine ne de Batı'nın güdümüne bağımlı olmayı imkan bırakmayacak niteliktedir.
Batı uygarlığının yükseliş çağında, milletlerarası ilişkilerde önce İngiltere liderliğinde Avrupa'nın sonra ise ABD liderliğinde Batı'nın belirleyici olduğu bir çağın son dönemini yaşandığına ilişkin birçok görüş vardır. Batı'nın ünlü politika analistlerinin (istihbaratçıları mı desek!) Huntington da, Fuller de bu durumu, bizdeki sözüm ona "politik analiz yapan" yorumculardan çok daha iyi bilmektedirler. Onlar artık "Batı'nın hâkimiyet döneminin son evresini yaşadığını" kabul ederek, bunu uzatmak için hangi stratejilerin uygulanması gerektiğini tartışmaktadırlar.
Demokrasinin gücü
Türk dış politikasının bu "uluslararası reel politik durumu" esas alan bir yaklaşıma dayandığı görülmektedir: 1- Batı'yla olan ilişlerde artık bir devir kapanmıştır. Dikey bağımlılık ilişkilerinden, karşılıklı bağımlılık ilişkilerine geçmek gerekir. 2- Türkiye'nin gücünü, emperyal birikimini günümüzde bölgede barışı kurmak, işbirliği zeminini geliştirerek bir bölgesel liderliğe dönüştürme zorunluluğu vardır. 3- Modern ekonomiyi ve onun kurumlarını başarılı bir şekilde inşa ettikten sonra, bu tecrübeyle bölgesel ekonomilerde düzenleyici rol oynamak. 4- Bütün bunları yaparken"demokratik siyasetin" etkisini, dinamizmini bölgeye taşımak.
Türkiye'nin bu yaklaşımla sürdürdüğü politikaların, küresel dinamiklerle birleşerek ülkeyi bölgesel bir güç olma konumuna taşıdığını göremeyenleri ve görerek bundan rahatsız olanları birbirinden ayırmak gerekir. İkinciler ülkenin bu "gücünü demokrasiden aldığını" ve demokrasinin Türkiye'yi Batı'nın kontrolünden çıkararak, "ülkeyi bölgesel bir çekim merkezi" haline getirdiğini görerek, buna engel olma amacıyla hareket etmektedirler.
Demokrasiye tuzak kuranların ülkeyi istikrarsızlaştırmak için uğraşanların, neye ve kime hizmet ettiğini söylemeye gerek var mı?