Türk Ceza Kanunun’nun 216’ın maddesinin 3’üncü fıkrası… Ne diyor, önce bir bakalım: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

Ben bir şiirimden dolayı işte bu 216/3’ten yargılanıyorum.

Yalnız ben mi, bir dolu aydın, gazeteci, düşünür ve de din adamları… Evet din adamları, Cemil Kılıç ve Cübbeli Ahmet…  İlahiyatçı Yazar Cemil Kılıç’a yargılama sonunda 8 ay ceza verildi, Cübbeli Ahmet Hoca ise beraat etti. Din adamı dışındakileri de sayayım bir çırpıda: Fazıl Say, Leman Sam, Berna Laçin, Can Ataklı, Enver Aysever, Merdan Yanardağ, Hakan Aygün, Yılmaz Özdil,Nedim Gürsel, Boğaziçi Üniversitesi Öğrencileri; Ankara Barosu’nun Başkan ve Yönetim Kurulu üyeleri ve mizah dergisi Gırgır'ın çizeri Seyfi Şahin.

Başlık konusuna, yani “ince söküm tahlil”e döneyim.

TCK 216’ıncı maddesinin yukarıya aldığım 3’üncü fıkrasının ikinci kısmı ile ilgili olarak, yani “fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması” durumu hakkında mahkemede diyeceklerimi dedim. Aslında birinci kısmı için de çok şeyler söyledim, 11 sayfa tutan savunmam Berfin Bahar Dergisi’nin bu ayki (Kasın 2021) sayısında yayımlandı, meraklısı oradan okuyabilir. Buna karşın, hâlâ söylemediklerimin de olduğunu daha sonra fark ettim. Ve bu “fark etme”den dolayı, bir ince söküm tahlil yapmaya karar verdim. Bu tahlili, umuma açık olarak yapacağım ki, benim gibi bu maddeden yargılananlar da yararlansınlar.

Evet ne diyor 3’üncü fıkranın o ilk cümlesinde: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değer…”

“Herhangi bir kesimi” demiyor burada “bir kesimi” diyor. 

Sosyolojik olarak “toplumsal kesimlerin” hangileri olduğu konusunda kesin bir tanım ve ayrım yoktur; herkese, her topluma, her bakışa göre bu kavram değişebilmektedir. “Sanayi kesimi”, “Kamu kesimi”, “Kırsal Kesim”, “İşçi Kesimi”, “Geniş Halk Kesimleri”, “Kıbrıs Rum Kesimi”, “Piyasa Kesimi” gibi kavramlarda, “kesim” sözcüğü değişik anlamlar ve içerikler yüklenebilmektedir. 

E peki TCK 216/3 çerçevesinde konuyu el alırsak karşımıza hangi kesim ya da kesimler çıkacaktır? Maddede “Herhangi bir kesimi” denmediğine göre bu “bir kesim”, toplumsal ya da dinsel olarak “hangi kesim” olacaktır? Dindar kesim mi, az dindar kesim mi, o din’i istismar edip, o dinden kendilerine makam, mevkii, sosyal statü ve çıkar sağlayan kesim mi?

Bu sorular, toplumsal ve dinsel olduğu kadar, hukuksal değeri ve anlamı da olan sorulardır. Bunlara doyurucu yanıtlar verilmesi, adaletin tecellisi için olmazsa olmazdır bizce.

Ve bir başka önemli sorumuz daha: O “bir kesim”in benimsediği dini değerleri nasıl, hangi bilimsel yöntem ve ölçütlere belirleyeceğiz? O kesimin o dini benimsediğini, ne kadar benimsediğini nasıl bileceğiz? Böyle bir belirleme ve bilme var mıdır hukuksal ve sosyolojik olarak? Bizce “Yoktur”, var diyen beri gelsin, göstersin varlarını!

TCK 216/3’ün bu yazı konusu olan tümcesindeki daha yakıcı bir çelişki de şudur: “Halkın bir kesiminin inandığı dinî değer” denmiyor bu maddede, “benimsediği” sözcüğü kullanılıyor. Peki inanmakla benimsemek arasındaki fark nedir? TDK sözlüğünde “benimsek” şu şekilde anlamlandırılmış: “Bir şeyi kendine mal etmek, sahip çıkmak, kabullenmek, tesahup etmek.” Bu anlamlandırma ile sözü edilen madde bağlamında şu yargıya varmamız hiç de yanlış olmayacaktır: “İnanmak değil benimsemek; yani sahiplenmek, kendine mal etmek önemlidir; inanmayan da benimseyebilir, hatta inananlardan çok daha fazla dindar ve dinbaz da gözükebilir.” Ve işte bu “gözükme”, bu maddenin haksızlıklara, mağduriyetlere yol açacağı, bazı din istismarcılarının ekmeğine yağ süreceği gerçeğini şap diye yüzümüze vurur.

Yasa koyucunun bu maddeyi yazarken dikkate almadığı önemli bir eksikliğe daha işaret edebiliriz: Maddede dinî değerler bakımından “Bir kesim” esas alınıyor ama “bir kişi” bile çıkıp bu “bir kesim”in sözcüsü, vekili, öncüsü gibi şikâyette bulunabilmektedir.Bu “bir kişi” bu hakkı kendinde nasıl görmektedir ve bu şikâyet nasıl ciddiye alınıp, yargılama yapılabilmektedir? Ve daha da önemlisi ve acısı, bu kişilerin şikâyet konusu ettikleri aslında dinî değerler değildir, kendi sübjektif değer yargılarıdır.Değer yargıları bir gerçekliği değil, bir değerlendirmeyi içeren yargılardır, özneldir. Kişiden kişiye ve kişinin algısına göre değişir. Kişinin yetiştiği ortama, çevresinden öğrenip içselleştirdiklerine ve yaşadıklarına göre değişir ve biçim alır. Bu biçim alış din’in aslına göre de olmaz çoğu kez.

Yukarıda dikkat çekmek istediğimiz sözsel ve anlamsal çelişkileri, kimi hukukçular “lafzen çekip uzatma” olarak niteleyebilirler, onlara yanıtımız, “Kanunun lafzı ve ruhu ile hüküm ifade edeceği” yolundaki temel ve vazgeçilmez hukuksal kuralı olacaktır.

Ve son olarak, maddede geçen “dinî değer” konusu…Ona da değineyim. Türkiye’deki dinbaz çevrelere göre, “Din’de olan her şey dinî değerdir, din’de değerli olmayan hiçbir şey yoktur.” Diyanet bile bu kafadadır. Ben Diyanete sordum “Temel Dinî değerler nelerdir?” diye, gelen yanıtta “Başta iman ve İslam’ın şartları altında sistematik halde aktarılan temel inanç ve ibadet esasları ile temel ahlak esasları bağlamında emredilen ve yasaklanan ahlaki kriterler, dinî değer kapsamında zikredilebilir. Ayrıca toplumsal ilişkileri düzenleyen ‘muamelat’ ile cezaî müeyyideler içeren ‘ukubat’ alanına ait her türlü hüküm de aynı kapsamda değerlendirilebilir” denilmektedir. Bu yanıtın muamelat ve ukubat bölümü için söylenenler Anayasamızın laiklik ilkesine yüzde yüz aykırıdır. Muamelat ve ukubat, Atatürk’ün yaptığı laiklik reformu ile yok hükmünde sayılmışlardır. Ve zaten bu hükümlerle bugün toplum yönetmekte mümkün değildir, aksi durumda bu ülke Afganistan, Bangladeş, Suudi Arabistan ve İran’a döner. Bendeniz “Kartal Gözüyle Laiklik” kitabımda bu konuları uzun uzadıya yazmışımdır. Dileyen okuyabilir ama bazı bölümleri buraya alayım:

“Kur’an’da inanca ve ibadete ait emirler dogmadır. Hepsi kelime-i şahadette özetlenir. İnanç ve ibadete ait emirlerin dışında kalanlar, muamelatla yani dünya işlerini düzenlemeyle ilgilidir. Kur’an’ın muamelata ait emirleri dogma değildir. Bütün emirler dogma olmuş olsa, toplumsal yaşamı dondurmuş olurdu. İslamiyet Arabistan yarımadasının dışına taştığı zaman, birçok milletin gelenekleriyle karşı karşıya gelmişti. Elbette Kur’an ve sünnetteki emirler bütün sorunları içermiyordu.Bu nedenle muamelata ait emirler için İslam hukukçuları daha önce de söylediğimiz gibi, zamanın değişmesiyle hükümler değişir prensibini kabul etmişlerdi. Yine muamelata ait emirler, inanç ve ibadete ait emirler gibi tamamlanmış değildi.

Bu nedenle İslam hukukunda ‘örfle tayin nasla tayin gibidir’ sözü, toplumun örf ve adetlerinin yargılarda yargıç olacağını ve bunun Allah’ın emriyle bir sayılacağını genel kural olarak kabul eder.

O halde toplumu ve devleti ilgilendiren muamelata ait emirlere sanki onlar inanca ait emirlermiş, dogmaymış gibi bakılacak olursa, buradan irtica doğar. Oysa İslamiyet’te laiklik muamelata ait emirlerin zaman ve mekâna göre değişirliği ilkesine dayanmaktadır. Bu yol kapandı mı ortaya bir İslamî Vatikan çıkar ki, devlet bunu kendi alanına tecavüz sayarak yıkmak zorundadır.”(1)

İşte Türkiye’deki dinci çevrelerin akıllarının bir türlü almadığı ve asla kabullenemedikleri budur. Laiklik tartışma ve ayrışması da bu anlayış, yorum ve algılayış farkı yüzünden sürüp gitmektedir. Aşağıda bu bağlamda pek çok görüş ve kanıt vereceğiz. Ancak önce Türkiye’de laikliğin “Din ve dünya işlerinin ayrılması” bölümüne itiraz eden merkez sağ ve Türk-İslam sentezcisi çevrelerin başucu kitabı olarak takdim ettikleri, Prof.Dr. Ali Fuat Başgil’in çok okunan eseri “Din ve Laiklik”ten kanıtlar ve aktarımlar yaparak çözümlememize devam edelim. “Kur’an’ı başka dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de manasız ve faydasızdır.” (2) (Din ve Laiklik sayfa 112) diyerek bir bilim adamına yakışmayan terslik ve keskinlikte görüşler ortaya atan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, (3) laiklik konusunda aşağıya aldığımız görüşlerinde “laiklik din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır” anlayışına daha esnek ve daha anlayışlı bakabilmektedir:

“Hatırlatalım ki, İslam’da dinsel iş ve hükümlerden herhangi birinin bir dönemde oluşumu mümkün olmazsa, o hüküm imhal olunur, yani izleme ve uygulaması başka bir zamana bırakılır. Nitekim, İslam Hukuku’nun ‘Ukûbat’ kısmı yani ceza hukuku Türkiye’de hemen bir asır önce uygulama alanından kaldırılmış ve yerine laik bir ceza hukuku konulmuştur. Bizim Cumhuriyetten önceki devrin Ceza Yasası, Fransız ceza yasasındanneredeyse aynen aktarılmıştır. Bugün ise Türkiye’de İslam Hukuku’nun yalnızukûbat kısmı değil ‘muamelat’ ve ‘münakehat’ı yani sözleşmeler ve borç hükümleri,evlenme ve boşanma sistemi, kısacası bütünüyle İslam Hukuku bu durumdadır. Biz istesek de, istemesek de durum bugün budur. Bu durum tarihi bir oluşum ve sosyolojik oluşum seyrinin doğurduğu bir sonuçtur.

Bu konuyu bitirmeden bir noktaya tekrar gelmek isteriz. Laik devlet düzeni içinde yaşayan bir dindar, mensup olduğu dinin ibadet ve ahkâmını olduğu gibi, muamelat ve münakehatı da dilerse bireysel olarak izleyebilir. (4)  Buna engel ve bunun laiklik esasına aykırı yönü yoktur. Sözgelimi, dinî nikâhın gereğine inanıyorsa, isterse, sivil nikahtan sonra bir de dinî nikâh yapar. Faizin dinen yasak olduğuna inanan faiz alıp vermez. Özetle, devletin yasa ve düzen ile yasaklamadığı ya da yapılmamasını emretmediği her iş ve işlemi dindar, mensup olduğu dinin kurallarına uyarak yapabilir. Şu halde bu bakımdan laiklik, ilişkiler yaşamına ilişkin olan dinsel kural ve yasaların, resmiyetten kalkması; bunların, devlet yaptırımı özelliğini yitirerek özel yaşama çekilip vicdanlarda yer almasıdır.” (5) (Yazarın ifadeleri, gençlerin anlayabileceği biçimde günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır) 

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, laikliği “din ve devlet işlerinin ayrılması” ile sınırlı tutmasına karşın, dünyevi alana ilişkin de önemli vurgular ve saptamalar yapmakta, Kur’an’ın muamelâta dair ayetlerinin gerekirse hükümden düşürülebileceği görüşüne destek ve İslam bilginlerinden örnekler vermektedir: 
“Abdulcebbar’a (Büyük fıkıh bilgini Kadı Abdulcebbar/Ölümü 1025/Ünlü Eseri El-Muğni) göre, aklî alanda yani ibadet ve iman alanı dışındaki konularda peygamberi örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isabetli ve sağlıklı da olamaz. Abdulcebbar’a göre, iman ve ibadet alanı dışındaki konularda, yani muamelatta, Kur’an ayetleri aklın verileriyle hükümden düşürülebilir.

Abdulcebbar’ın kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan selefi, İmam Mâtûrîdî de (ölümü 944) aynen böyle düşünmektedir. Mâtûrîdî, ‘Te’vîlâtü’l-Kur’an’ adlı eserinde, Kur’an’ın muamelet hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini (hükümden düşürülebileceğini) söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in müellefetü’lkulûbazekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini ‘bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur’ diyerek askıya almasını göstermektedir. (6)

Ömer bunu yaparken, dinin genel ilkelerini (mukarrerat-ı diniyyeyi) ve zamanın koşullarını dikkate alarak sadece hadislerin değil, ayetlerin bile hükmünü askıya alıyordu. Gerekçesi sadece şu cümle idi: “İslam’ın talepleri bugün bu hükmün uygulanmamasını gerektirir.”

Halife Ömer bu mantık ve uygulama ile Müelefetü’lKulûb denen İslam’a yeni girmiş zümreye vergilerden pay çıkarılmayı durdurmuş, kıtlık zamanı hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış, ehli kitap kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Halbuki bütün bunlar, Kur’an ayetleriyle hükme bağlanan konulardır. (7)

Ömer’in uygulamaları bunlardan ibaret de değil, dahası da var:

“Ömer adeta başına buyruk biriydi; İstediğini yapan, zaman zaman Kur’an’ın dediklerini rafa kaldıran biri. Ben onun halifelik döneminde Kur’an’ı dinlemediğine ilişkin somut örnekler sunacağım. Mesela onun zamanında Irak toprakları işgal edilir. Kur’an’a göre ele geçen topraklar ganimet sayılmalı ve 1/5’i hazineye ayrıldıktan sonra kalan 4/5’i savaşa katılanlar arasında paylaşılmalıydı. Ancak Ömer bunu yapmıyor. Toprağı sahiplerine bırakıyor ve buna karşılık onlardan her yıl haraç alıyor. Kur’an’da ganimet hakkında açık bir şekilde bilgi olduğu halde Ömer’in Irak topraklarını dağıtmaması Kur’an hükümlerinin dışına çıkmak demektir. Onun yaptığı Müslümanların yararına olsa da bunun Kur’an’da yeri yoktur. Enfal Suresinde ganimetin dağıtımıyla ilgili bilgi verilirken, 1/5’i Tanrı adına Muhammed’e teslim edilir, kalanı da savaşa katılanlar arasında paylaşılır diye ayet var. Aynı surede, ele geçirdiğiniz ganimetten helal ve afiyetle yiyin diye başka bir ayet daha var.” (8)

İmam Mâtûridî, bilindiği gibi, amelde Hanefi Mezhebini seçmiş olan Müslümanların, itikattaki mezhep imamlarıdır. Türk’tür. Mâtûridî’ye göre din ve şeriat ayrıdır ‘Din’denasih-mensuh cereyan etmez, ama şeriatta nesh yani hükümsüz kılma mümkündür. ’Mâtûridî’ye göre, şeriat din olsaydı, her bir Müslüman hemen bütün davranışlarında dinini değiştiren konumuna düşerdi. Din’in kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise duyma-işitme yani nakil’dir. Mâtûridî ana dilde ibadet de olabileceğini söylemekte ve bilimi ibadetten üstün tutmaktadır. Ne yazık ki, özellikle Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği Eş’ari ulemasının çabalarıyla, Osmanlı medreseleri Mâdûridî’ye yüz çevirmiştir. Eş’arilik aklın kullanılmasında engelleyici bir rol oynamıştır. Eş’ari Arap olduğu için öne çıkarıldı, Mâtûridî Türk olduğu için görmezlikten gelindi, bunda İmam Gâzâlî’nın payı büyük. Gâzâlide, son yüzyılda ve günümüzde adı öne çıkarılan Said Nursi de, Eşe’aridirler. Said Nursi’nin eserleri de Mâtûridi kimliğimizin silinmesinde etkili oldu. (9)

Ziya Gökalp, İslam hukukçularının İslamiyet’in başlangıcından itibaren örfü Kur’an ve Sünnetin yasalarını açıklamada kullandıklarını ve çağın gereklerine göre değiştirdiklerini belirtir. (10)

İmam Malik, Peygamber ve çevresindekilerin davranışlarına ek olarak Medinelilerin geleneklerini de sünnete dâhil ederek kapsamını genişletmiştir. Ebu Hanife ise, dinsel yasaların genel kabul gören dört temeli Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas’ın yanı sıra İstihsan’ı (müçtehitlerin bir konuda kendi görüşleri doğrultusunda hüküm koymaları) dahil etmiştir. Gökalp bunu, örfün diğerlerinden egemen bir temel haline getirilmesi anlamında yorumlamaktadır. Keza ilk Müslüman bilim adamları, hadiste yer alan ‘Müminin iyi kabul ettiği Tanrı için de iyidir’ anlatımına uygun olarak bazı hallerde örfün nas’ın yerine geçebileceğini kabul etmiştir. (11)

Aişe, Ömer ve İbn Abbas, Hazreti Peygamber’in fiillerini iki kısma ayırarak ikinci kısımdakilerin bağlayıcı olmadığını, bunların akıl yürütmeyle zamanın şartlarına göre değiştirilebileceğini bildirmiş, fetvalarını ona göre vermişlerdir.Onlara göre, Hazreti Peygamber’in fiilleri iki kısımdır. Birincisi ibadî yani ibadetle ilgili olanlardır ki bunlarda akıl ve içtihat yürümez, Peygamber’de nasıl görülmüşse öyle yapılır. İkinci kısım âdi yani ibadet dışı muamelelere ilişkindir ki bunlarda Peygamber’in yaptığını aynen yapmak gerekmez. Zamanın ve yerin ihtiyaçları dikkate alınarak yeniden hüküm tesis edilir. (12)

İslam Peygamberi dünya işlerini de düzenlemeye memurdu. Yani hem İsa gibi vaız ve öğüt verici, hem de kanun koyucu ve devlet kurucuydu. Hem akla, hem de nakle yer veriyordu. Aklı naklin önünde ve üstünde görüyordu. “Akılla nakil (yani kitap ve sünnet) taarruz ettikte (çatıştığı zaman), akıl tercih, nakil tevil olunur (yani akla uygun olarak yorumlanır” deniyordu. Demek ki İslamiyet, aklı, hükümlerde hakem yapan bir dindi. (13)

İslam’ın ve Osmanlı’nın yükselme dönemlerinde durum ve uygulama böyle iken, Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerinde “Şeriat isterük!” başkaldırıları, olağan olaylar haline gelmiştir.. Bu “şeriat isterükçüler”, Kurtuluş Savaşımıza da, savaş sonrası devrimlere de karşı koymaya çalışmışlardır. Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları, düşünce, anlayış ve yaklaşım bakımından nasıl bir geriye düşüş olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

‘Din ile şeriatı bugün bile birbirine karıştıran üniversite diplomalı kimseler var. Tanrı’ya inanırsınız. O’na karşı görevlerinizi yerine getirirsiniz. Din burada biter. Ötesi şeriattır. Şeriatçılık demek, Müslüman toplumlarını yedinci yüzyıl Hicaz aşiretleri şartlarına doğru sürüklemek demektir. İslam bilginleri, Kur’an’ın ‘muamelet’ ayetlerinin mensuh olduğunu eskiden beri söylemişlerdir. ‘Zaman ile ahkâmın’ değişmesi gerektiği çok eskiden beri bilinmektedir.

İlk defa sekizinci ve dokuzuncu asırda Bağdat’ta İslam rasyonalistleri, ‘Bu böyle gitmez; muâmelât ve ukûbat hükümleri zaman geçtikçe değişmek zorundadır. Dünya işlerini her toplum ‘nakil’le, yani kitaba bakarak değil; ‘akıl’la yani arayarak, düşünerek ve deneyerek çözer.’ demişlerdir. Ama eski Yunan felsefe ve ilmini de Arapça’ya çevirmişlerdi. Akıl eğitimi almışlardı. Halife Mem’un, Bizans’ın kuşatılmasını kaldırmak için İstanbul Kütüphanesi’ndeki bir eski Yunanca metnin verilmesini şart koşmuştu. İslam Medeniyeti dediğimiz altın çağ, kör şeriatçılığın bırakıldığı bu devirde ve müsbet ilimler ışığı altında doğmuştur. O çağda Kurtuba Üniversitesi’nde İbnRüşd’den, Aristo’nun yorumu üzerine ders gören Hıristiyan gençleri papalıkça aforoz edilmekte idi.

Gel zaman git zaman; Batı, Müslümanların kılavuzluğu ile Rönesansa kavuştu ve Bağdat’ta İslam Rasyonalistlerinin yaptıklarını yapan reformcular yetişti. Ne acıdır ki, İslam’da nakilciler akılcıları çoktan yenmişler, medreselerde kuru şeriatçı yetiştirmeye başlamışlardı.

Laiklik imana dokunmuyor. O yurttaşın vicdanındaki sorundur. İkincisi, laiklik ibadete de dokunmuyor. Ama demokratik devrimler ahkâma dokunmak zorundaydılar; dokunmanın ötesinde ahkâmı temelden değiştirmişlerdir. Kemalist devrim de, çağdaş toplumu kurarken bunu yapmak zorundaydı. Milli hâkimiyet sistemi, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu, bugünkü ekonomik hayatı düzenleyen Ticaret Kanunu bu zorunluktan doğdu.

En koyu şeriatçı akımlar bile, iktidar ele geçirdikleri zaman devlet ve toplumu Şeriat ahkâmıyla yönetemez. Bu akımlar, Şeriatı toplumu düzenlemede bir çözüm olarak değil, bir ideolojik hegemonyanın aracı olarak savunuyorlar. O ideolojik hâkimiyet, bütünüyle bir dünyevî bir sistemin hizmetindedir, bütünüyle dünyevî çıkarları güvence altına almaktadır.’ (14)

Tek parti döneminin Başbakanlarından, din ve dinler tarihine dair geniş bilgileri ve eserleriyle tanınan Şemsettin Günaltay da aynı koşutlukta görüşler açıklıyor: “İslam dini Peygamberimizin Mekke'de bulunduğu sırada yaptığı ahlakî telkinlerden ve bu olgunluğa varmanın bir vasıtası diye tavsiye edilen vazifelerden ve ibadetlerden mürekkeptir. Medine'de bir devlet kurulduktan sonra başvurulan Şeriat kaidelerinin mahiyeti, o zamanki mahalli şartların icabının yerine getirilmesinden ibarettir. Bu kaidelerin bin küsur yıl sonra başka muhit şartları içinde yaşayan milletlerin hayatına esas olamaz." (15)

Muhafazakâr bir dünya görüşüne sahip olduğunu bildiğimiz “Laiklik, İslam ve Said Nursi“ konusundaki kimi görüşleri 1991 yılında büyük tartışma doğuran 9. Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel de (16) yukarıdaki görüşlerin bir tekrarını 1999 yılında cesurca açıklamıştır: ‘Cumhuriyetle gelen yasalar iman ve güzel ahlaka dokunmamış, sadece ukubat ve muamelatta değişiklikler getirmiştir.  Yani bugünkü hukuk Kur'an'ın getirdiği 230-232 ayetin yerine başka kurallar koyuyor. Bu ayetleri aynen uygulamak yok. Bunun yerine pozitif hukuk uygulanıyor. Devrim bunu derken; ben dine aykırı bir şey yapmıyorum, ayrıca dinin müsaade ettiği bazı şeylere de müsaade etmiyorum, diyor. Yani bugün poligamiyi savunamazsınız.  Cumhuriyet dine dayanan çok hanımlılığa müsaade etmiyorum diyor. Hiç kimse de çıkıp niye böyle diyorsun din buna müsaade ediyor demiyor.’” (17)

1) Prof. Dr. Cahit Tanyol  -Laiklik ve İrtica
2) Başgil bu bağlamda yalnız değildir. Türkleri her fırsatta aşağılayan İmam Gazali (Ilzam al Avam adlı yapıtı) başta olmak üzere birçok kimse bu kanıdadırlar. Büyük mücadele adamı, temiz Müslüman, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif bile bu konuda kuşkuya düşerek, Atatürk’ün kendisinden istediği Kur’an tercümesini yarıda bırakmıştır. Akif , konuyu Mısırlı din bilgini Muhammed Raşid Rıza’ya sorar. Raşid Rıza, Türklerin Kur’an’ı Türkçeye çevirmelerinin kâfirlik olduğunu söylemiştir. Ama aynı Raşid Rıza, birkaç yıl sonra Kur’an’ı İngilizce’ye çevirmek isteyen Picktall adlı İngiliz’e olumlu görüş bildirmekle kalmamış destek de vermiştir. Bütün bunlara karşın bizler Kur’an’ın tâ Karahanlılar devrinde Türkçe’ye çevrildiğini bilmekteyiz. Karahanlılar’ın yaptığı bu çeviride, Kur’an’ı Kerim’de bulunan 2500 sözcüğün 2490’ı Öztürkçe’ye aktarılabilmişti. (Kaynaklar: İlhan Arsel/Arap Milliyetçiliği ve Türkler (İnkilap Kitabevi) , Divan-ü lugati’t Türk Grameri/M.Vefa Nalbant (Bilgeoğuz Yayınları, Dil ve Din-Cengiz Özakıncı/Otopsi Yayınları

Güneri Civaoğlu’nun 6 Şubat 2007 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yazdığı yazının bir bölümü de bu konuya açıklık getirip, Atatürk’ün din anlayışını daha bir belirginleştiriyor. İşte o yazının o bölümü:  “Atatürk, Anayasa'ya "laik devlet" ilkesini koymakla yetinmemiş, bunu toplumun içselleştirmesini de amaçlamıştır. Şöyle ki... Önce "İslamın yüce kitabını okuyanların onu anlamaları gerektiğini" söyleyerek "mealen Türkçe Kuran-ı Kerim"i yayımlatmıştır. Ancak... Donuk, kuru bir ifadenin yeterli olmayacağını görmüştür. Kuran'ın içindeki ilahi musikiyi yansıtacak şiir diliyle Türkçe Kuran-ı Kerim'i yazmakla, büyük şair Behçet Kemal Çağlar'ı görevlendirmiştir. Böylece okuyanların anlam aydınlanmasıyla kalmayarak Çağlar'ın şiir diliyle yüreklerinin de ısınmasını hedeflemiştir.
İşte Çağlar'ın kaleminden LEYL Suresi:
"Bir kul ki yardımsever
Bir kul ki Hakk'ı tanır,
Yüreği bu sayede arınır, aydınlanır 
Karşılık beklemeden
İyilik yapar her sabah
İşte böyle kulundan razıdır elbet Allah."

Gerçekten güzel değil mi?.. Atatürk, bununla da yetinmedi. Bu sureleri, Fahire Fersan ve Refik Fersan adlı sanatçılara okuttu. Onlara taş plaklar doldurttu. Ülkeye dağıttırdı. Molla kafalıların Atatürk'ten "din" ve "laiklik" konusunda da öğrenecekleri çok şey var. Atatürk'ün bu girişimi tamamlansaydı, aydınlanarak çağdaşlaşma süreci devam etseydi, belki de hâlâ laikliği tartışıyor olmayacaktık.”
3) Değerli Yazar Aydil Erol, Ufuk Ötesi adlı gazetede yayımlanan bir yazısında, Akis Dergisi’ni kaynak göstererek Başgil’in “Fransız şaraplarının bir numaralı uzmanı” olduğunu belirtiyor (Kasım 2008 www.ufukötesi.com)
4) Ahmed Zühdü Paşa’ya göre, İslam Fıkhının münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz -ı kifâyedir. (Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir, cenaze namazı gibi).
5) Ali Fuat Başgil/Din ve Laiklik
6) Prof.Dr Yaşar Nuri Öztürk-Kur’an Verileri Açısından Laiklik
7) Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk-İmamı Âzam Ebu Hanife
8) Arif Tekin-Berfin Bahar Dergisi/Sayı 217 Mart 2016
9) Ahmet Vehbi Ecer/Büyük Türk Alimi Mâtûrîdî (Özetlenerek aktarıldı)
10) Ziya Gökalp’e göre, tarihi evrimleşme içerisinde önce kavmi hukuk ortaya çıkar, ardından ilâhi hukuk gelir ve en sonunda hukuksal evrim, laik hukuk ile tamamlanır. Bunu Devlet adlı şiirinde şu şekilde seslendirir:
“Lakin hukuk örfden ayrı bir iştir.
Bırakılmış ulul emre, devlete
Hukuk örfe uymayınca, değiştir
Örfe uydur! Demiş Tanrı millete”

11) Uriel Heyd - Türk Ulusçuluğunun Temelleri
12) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk-İmamı Âzam
13) Prof. Dr. Cahit Tanyol- laiklik ve İrtica
14) Falih Rıfkı Atay - Atatürkçülük nedir?
15) Sebilürreşad, III-65, Kasım 1949
16) Demirel, 1991 Yılında Yeni Asya Gazetesi tarafından yayımlanan kitabında şöyle diyordu: “Aslında, 1924 Anayasası’nda da 'Türk devletinin dini, din-i İslâmdır' denildiğine göre, o günkü devlet de bir İslâm Cumhuriyetidir. 'Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyet elden gidiyor' şeklindeki beyanların, bence, iyi bakıldığı zaman tutarlılığı yoktur. Atatürk'ün kurduğu devlet laik devlet değildir. İslâm devletidir.' 
'Tevhid-i Tedrisat Kanunu bir semavî kitap değil ki. Şayet Kur'ân kursları veya din eğitimi bu kanuna ters düşüyorsa, yanlış olan din eğitimi değildir; Tevhid-i Tedrisat kanunudur.'”
17) Hürriyet Gazetesi 1 Kasım 1999