Komşuları, tandır evinde yarı baygın halde buldular Nağme’yi. Büyük ihtimal tandırın dumanını gökyüzüne ulaştıran hapenin doğru dürüst çekmemesi yüzünden dumandan zehirlenmişti. Kendi ehramına sardıkları Nağme’yi Ballıca köyünden yirmi beş kilometre uzakta bulunan şehirdeki Devlet Hastanesine zemherinin soğuğuna aldırmadan, on beş dakika içinde yetiştirdiler. İçecek suyu varmış genç kadının ki o sırada, köyün usta kızakçısı; dinlenmiş, karınlarını doymuş atları ve bakımı yapılmış kızağı ile sefere çıkmağa hazır vaziyette idi. Kızakçı Mehmet için rüzgârsız, yağışsız, fırtınasız havalarda bu hızla şehre ulaşmak abartılacak bir marifet sayılmazdı. Yörede bu işi yapanların en iyisi olarak tanınan kızakçı Mehmet'in soğuğa ve kış şartlarına dayanıklı bir bünyesi vardı, maharet isteyen işinde bu kadar başarılı olmasında kardeşlerinin de payı vardı. Kızağı kullanmasının dışında ayrı bir iş yaptırmazlardı ona. Köyden çıkışında uğurladıkları ağabeylerini dönüşte de  karşılar, sırtından paltosunu alır, evine  gönderir istirahat etmesini sağlarlar, kendileri de atların ve kızağın  bakımını yaparak ertesi gün sefere hazır hale getirirlerdi. Sabah erken saatlerde yolcular hazır olunca; Mehmet Efendi kızaktaki özel yerine kurulur, dizginlere yapışıp, atları kamçılar, kızağın kara sürtünmesi ile çıkan lavur luvur sesler atların ayaklarının ve  boyunlarındaki zillerin sesine karışır ve kızak çoğu zaman şehire doğru yola koyulurdu. Köyde, sadece bir tane çift atlı kızak olduğu için, taze kar yağmışsa ya da fırtına varsa diğer kızaklar yolu açması için Mehmet’in çift atlı kızağının yola revan olmasını bekler, onun açtığı izden giderlerdi. O yıllarda, asırlardır şehir diye bilinen diyarda; mahallelerden nahır çıkmasından, her mahallede çocukların güreş tutup oyunlar oynadığı "basmalık’’ diye bilinen gübreliklerin olmasından, taş veya ahşap evlerde; tandır evi, hayvan  barınağı olan dam, otun samanın konduğu merek, tezeklik gibi bölümlerin bulunmasından, her mahallenin ayrı ayrı otlak ve harmanlara sahip olmasından, Koruk denen, yedi metre derinlikte en kaliteli toprağa sahip, Çoruh'tan sulanan büyük bağların olmasından anlaşılacağı gibi yaşantı ve üretim "bi çala’’ köye benziyordu. Esnaf ve sanatkârın, memurların, öğrencilerin, yabancıların, Devlet Dairelerinin olması, nüfusun kalabalıklığı bu benzerliği görünmez hale getiriyordu.

Şehirde, tatil günleri sağlık ocakları kapalı idi. Tek Sağlık Kurumu olan Devlet Hastanesinin de mesai saatleri dışında yalnız acil polikliniği açıktı. Nöbetçi tek pratisyen doktor ve koşuşturan hemşireler Nağme’nin tedavisini yaptılar. Tansiyonu ölçülüp, serum takıldı, iki saat kadar yatırıldı, düzeldiğine kanaat getirildikten sonra taburcu edildi.

Dönüş yolunda kızak; karlı ve soğuk havada bu defa daha yavaş ve sakin ilerlerken Nağme'nin de aklı başında, şuuru yerinde idi. Fırtınalı bir kış akşamı ağır hasta olduğu için; şehre götürülmek üzere yine bir kızağa yatak yorgan yerleştirilen nenesi geldi aklına ve gözünün önüne. Yarı yolda, kar ve fırtınanın etkisiyle devrilen kızaktan iki üç defa yere düşen kadıncağız, her defasında yatağı ile birlikte bulunarak kızağa yerleştiriliyordu; halsiz bedeni birkaç saat süren mücadeleye daha fazla dayanamamış, onu doktora götürmeye çalışan Nağme'nin babası, ses vermeyen kadıncağızın artık nefes de alıp veremediğini anlayınca göz yaşlarına boğulmuştu. Nenesi kızakta rahmetli olduğundan beri bu vasıta ile yolculuktan hiç hazzetmeyen genç kadının canı, bu kez evvel Allah, sonra kızak sayesinde kurtulmuştu.

Tandır; gav denen özel bir çamurdan tandır ustaları tarafından yapılır, daha çok kışları ağır geçen Doğu Anadolu da asırlardır hemen her evde kulanılan ilkel, rakipsiz fakat tehlikeli yanları da olan bir ısınma, yemek ve ekmek pişirme aracıdır. Dibine hava akımını küvle denen hava borusu iletir. Yere gömüldüğü için ısıyı kolay kolay  kaybetmemek gibi üstün sayılacak özellikleri olmakla birlikte, şurtlarına (iç duvarlarına) ekmek yapıştırılırken  ekmeğin ve pişiricinin içine düşme tehlikesi asırlar boyu hep yaşanmıştır. Kullanımının iyice azaldığı günümüzde dahi Doğu illerimizde tandır kazalarından yaralanan, hatta ölen çocuk ve kadın sayısı ciddî sayılacak kadar fazladır. Doktorların tesbitlerine göre, devamlı tandır yakan kadınların ciğerlerine dumanın verdiği zarar sigaradan az değil, genellikle, gün aşırı yanan tandırı kullananların, sürekli eğilip doğrulmadan dolayı bel ve boyun sağlığı olumsuz etkilenmekte şikâyetler ileri yaşlarda ortaya çıkmaktadır.

"Şurt tutmayıp’’ tandırdaki köze düşerek yanan ekmeğe 'şehit' denir. 1916'da Bayburt'u dört bir yanından kuşatan Rus ordusu ile savaş sürerken İspir tarafında Yanıkçam köyümüzde Deli Halit Bey'in kontrolündeki birliğimiz büyük kahramanlıklar gösteriyordu, hatta Kanlıyurt denen bölgede Halit Bey'in çekilme numarası ile bir düşman taburu imha edilmişti. Köydeki birliğin ekmek ihtiyacı köylüler tarafından karşılanıyordu. Bir gün ekmek sayısının ihtiyaçtan az olması üzerine birlik komutanı ekmek pişiren yaşlıca kadına sebebini sorar; onun "-bugün ekmekte şehit çok demesi üzerine, ’’-sorma ana bu gün bizim de şehidimiz çok’’ diye cevap verir.

Tandır evinde bulunan küçük tandır günlük işlerde yemek ve su ısıtmada kullanılırken, genellikle haftada iki defa yanan büyük tandır ekmek, çamaşır ve banyo için yakılır. İçlerindeki külün "gelberi’’ ile temizlenip, en çok kullanılan yakacak olan tezeğin yakılıp, kösevi denen sopa ile karıştırılarak tandırın ısıtılması kadın işidir. Sabah erkenden hamurun yoğrulup hazırlanması, birkaç saat beklerken ekşiyip, kabardıktan sonra kuntlanıp yünden yapılan özel sergene dizilip biraz daha dinlendirilip, rapatanın yardımı ile; ekmeğin ketenin, içli ketenin, gugulun, yağlıgolotun tandıra yapıştırılarak pişirilmesi, pişen ekmeğin egiş denen aletin de yardımı ile tandırdan çıkarılması, yayığın yayılıp yağ ve ayran yapılması, peynirin, taze lorun küpe vurulup beklemesi ile kerti lorun hazırlanması, daha çok lahana ve taze fasulyeden olmak üzere ezerteli ve tuzlu suyla turşuların hazırlanması, "kındıra otunun" yumuşatıldıktan sonra boynuzdan yapılan elcek yardımıyla bükülüp ot bağlamada kullanılan "kem" yapılması, tığ vurulup buğdayın samandan ayrılması, icatla yüzlerce metre uzaktan eve su taşınması ve otun dövülüp hayvanların kolayca yiyeceği hale getirilmesinin de kadın işi olduğu gibi. "Mal görmek" diye tabir edilen hayvanların sağım ve bakımı, damın yani ahırın sağoyluk denen büyük süpürgelerle süpürülmesi ise çoğu yerde erkek-kadın birlikte ya da sadece erkeklerce yapılır.

Köydeki kadının işi daha fazla gibi görünse de bin dokuz yüz seksenli yıllara kadar şehirde evlerin yüzde sekseninde ehram ve bir kısmında kilim tezgâhı olduğunu göz önüne alırsak, o yıllarda şehir kadınının da fazla  boş zamanı olmadığını söyleyebiliriz. Koyun yününün suyla temizce yıkandıktan, taraktan geçirilip, teşi yardımı ile eğirilip ip haline getirildikten sonra el tezgâhında dokunması, farklı isimleri olan çeşitli desenlerle süslenmiş bir ehram haline getirilmesi, iki aya yakın bir süre alan meşakkatli bir iştir. Bu yıllarda Erzurum, Bayburt gibi şehirlerde kadınların dış giysisi olan ehrama çok önem verilirdi; düğünde geline verilen en önemli hediyelerden biri ve bir altın değerinde idi, gelinin sandığında en az üç tane ehram bulunurdu. Günlük ve gerilik ehramları ayrı olan hanımlar, son yolculuklarına dahi ehramları ile perdelenerek uğurlanırdı. Yaşlılar mor ya da siyah gençler ise açık renk, daha çok beyaz ehram alırlardı; ehramın üzerindeki desenler kız ve gelinde farklı olurdu. Dokunan ehramların satışı ev ekonomisine katkı sağlardı. Bunlar, bir ev hanımının yapacağı normal günlük işlere ilaveten  yapılan faaliyetlerdir. Günlük ev işlerinde temizlik en başta gelen ve çok önemsenen husustur. Çok büyük emekle yapılan günlük ve diğer rutin ev temizliğine değer vermediği için "kara çanak" diye küçümsenen kadın yok denecek kadar azdır yörede.

Kadınların, çocukları için yaptıkları hizmet ve fedakârlıkları saymak ise "laf-ı güzaf’’ olur, analık; onlara Yaradan’ın bahşettiği, canları pahasına da olsa severek yaptıkları kutsal bir görevdir zira. Harbi Umumi de denen Birinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı karışık günlerde bir kış günü, kucağında çocuğuyla, her tarafı karla kaplı ıssız bucaksız  arazide düşüp ölen genç  kadının bir yanı ve o taraftaki göğsü çürümemiş, epeyce bir zaman  anasını emerek hayata tutunan çocuğun ise  el ve ayak parmakları karlara sürtünmekten nasırlaşmıştı. Yakındaki Danişment köyünden gelerek çocuğu sağ olarak kurtaran köylüler, gördükleri karşısında diskinmiş, irkilmiş "yarabbi ne büyüksün!" diyerek annenin kutsal çocuğun "melaike" olduğunu dillendirmişler bu olayı hiç unutmamışlardı.

Nağme kızak yolculuğu devam ederken hayatının kurtulduğuna şükrediyordu. Bu arada yazları köyde ikâmet eden, diğer zamanlar İstanbul'da yaşayan yaşlı kadını hatırladı. Bu yıl, köydeki evinde; çocuklarına götüreceği yağı eritmek için yaktığı tandıra tepe üstü düşen kadıncağızı, her şey bittikten sonra evden gelen kokuyu alıp içeri giren çobanlar maalesef sağ  kurtaramamıştı. Son yıllarda iyice azalmasına rağmen yüzyıllardır bir çok  kadın yaşamıştı benzer talihsizlikleri; saçlarını yakanlar, tepe üstü tandıra düştükten sonra yaralı kurtulup hayatını sakat olarak sürdürenler, çoluk çocuğunun ekmeğini pişirirken düştüğü tandırda vefat edenler, dumandan sigara tiryakileri gibi akciğer hastalıklarına yakalananlar yörede azımsanmayacak kadar çoktu.. Buna benzer düşünceler zihninde geçit yaparken, Nağme'nin mide bulantısı yeniden başlamıştı ki kızağın yavaşlamasından ve köpek seslerinin artmasından köye vardıklarını anlayarak rahat bir nefes aldı.

Ertesi gün ve takibeden birkaç gün, ilaçlarını düzenli kullanmasına ve önemli bir iş görmeyip istirahat etmesine  rağmen daha tam şifa bulmamış ve başındaki ağrı tamamen dinmemiş olan Nağme; büyük tandırı yakmak için hazırlıklara başladı. Evde ekmek bitmişti, tandırı yanmayan ev, ekmeksiz sofra olmazdı ve şehirde dahi çoğu evde ekmek, evlerin tandırında pişirilirken; şehire gidip fırından ekmek almak gibi bir alışkanlık hiç kimsede yoktu. Tandır yakmayıp, "Çarşı Somunu" yemek pek de hoş karşlanmazdı zaten.