9 Kasım 1989’da Demir Perde’nin ayakta duramayacağını gösteren büyük bir olay yaşanmıştır. 25 yıl önce Berlin Duvarı’nın yıkılması, aslında bütün sosyalist bloku dünyadan ayıran demir perdenin bir depremle yerle bir olacağının ifadesiydi. Nitekim çok geçmeden Gorbaçov’un başlattığı “Açıklık” ve “Yeniden Yapılanma” politikaları Sovyetler Birliği’nin çökmesini engellemeye yetmeyecekti.

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla iki Almanya’yı birbirinden ayırın 46 km’lik bir engelin ortadan kalkması bir gerçeğin görülmesi için, görmek istemeyenlere dahi yeterli kanıt sunacak nitelikte bir olaydı. Bir tarafta, yoksul, devlet tarafından korkutulmuş, özgüvenini kaybetmiş, baskı altında “totaliter rejimin” boyunduruğunda çaresiz insanlar yaşarken; diğer tarafta ise, o günlerde dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan, yüksek gelir düzeyinde yaşayan “özgür insanlar” ülkesi bulunmaktaydı. Aynı kültüre, aynı kökene sahip iki Almanya arasında ortaya çıkan bu farkı açıklayacak olan tek şey sanırım “demokrasi kavramından” başkası değildir.

Rusya’nın değişimi

Gorbaçov’un yaptığı veya yapmaya çalıştığı reformların Sovyetlerin dağılmasını hızlandırmış olduğu doğrudur fakat şunu görmek gerekir ki, bu politikalar olmasaydı dahi “sanayi toplumu olma yolunda” yaşadıkları sorunlar, bu sistemin ayakta kalmasını imkânsız hale getirmişti. Meselenin “milliyetler boyutu” ise ayrı bir problemdir. Sovyetler, bünyesinde topladığı çeşitleri halkları, toplulukları proleterleşme, Sovyetleşme sürecine değil, milletleşme sürecine soktuğunu çok geç fark etmiştir.

Sanayileşme ve sosyalizm arasındaki “çocukluk hastalığı” ilişkisi, bilinen bir meseledir fakat sanayileşme sonrası, “sanayi toplumu olma aşamasında totalitarizmin yarattığı” sorunların cevabı sosyalist teoride değil, demokratik teoride bulunmaktadır ve burada önemli bir yere sahiptir.

Sovyetlerin çöküşünden sonra sadece Rusya değil, bağımsızlığını kazanan bütün yeni cumhuriyetler önemli ekonomik ve toplumsal atılımlar gerçekleştirmişlerdir. Totalitarizmden kurtulan bu ülkelerin, “otoriter rejimlerin baskısından” çıkması ve demokratikleşmesinin kolay olmadığı da ortadadır. Buna rağmen, otoriter rejimler altında dahi bu ülkelerde kaydedilen ilerlemeler, aynı zamanda siyasi rejimlerin “demokrasiye doğru evrilmesi için gerekli şartları” üretecek nitelikler taşımaktadır.

Türkiye ve Rusya

Otoriter veya kısmi otoriter rejim altında Rusya’da ortaya çıkan yeni kapitalistler, çokça söylendiği gibi devlet desteğiyle gelişen bir çeşit “vesayetçi kapitalizm özelliği taşıyor” olabilir ancak bu kapitalistlerin gelişmesiyle birlikte, küçük ve orta ölçekli işletmelere dayanan bir üretim düzeninin oluşması, piyasanın toplumsal temellerini yaratması bakımından önemlidir. Rusya’nın yaşadığı bu süreç, otoriter sistemi aşmasına yol açacak sivil yapıları yani demokratikleşmenin dinamiklerini yaratmaktadır.

Rusya’nın sahip olduğu zengin kaynakların, bu yeni dönemde daha iyi yönetilmesi ekonomide yeni büyüme stratejisiyle birlikte kısa sürede ciddi bir gelişme yaratmış, bu durum ise Batı açısından ciddi rahatsızlıklara yol açmıştır. Batı’nın denetim altına almakta zorlandığı durumlarda “rahatsızlığının büyümesi” kaçınılmazdır. Rusya’nın izlediği Ukrayna ve Kırım krizleri, bu sorunların büyümesine vesile teşkil etmiştir.

Kısaca şunu söylemek gerekir: Bugün Türkiye, “Batı vesayetinden” kurtulup batıyla daha yatay ve şahsiyetli ilişkiler kurdukça, başta Rusya olmak üzere “dünyanın doğusuyla” daha iyi konuşabilir, daha sağlam ilişkiler geliştirme imkânlarına sahip olabilir hale gelmiştir. Türkiye ve Rusya arasında, hâlâ birçok bölgesel ve dünya meselesinde görüş farklılığı olsa da, “bu yeni zeminin” işbirliği alanlarını ve imkânlarını güçlendirdiğini görmek gerekir.