Kafamda yeni bir roman tasarısı vardı. Yediden yetmişe herkese hitap etmesini düşündüğüm bir roman olacaktı. Hareket noktam şöyleydi. "Tom Amca'nın Kulübesi" şefkatı, merhameti, sevgiyi yakalamış, evrensel kabul görmüş bir eserdi. Orada herkesin her yaş insanının alabileceği etkiler vardı. Fakat eser yine de Hıristiyanlık kültürünün bir ürünüydü.
Kendi kültür iklimimizden yola çıkılarak yazılan bu tür eserler de olmalıydı. Belki büyük bir iddia idi ama böyle bir ürün vermeye kararlıydım. Bu düşüncelerle meşgul bulunduğum bir zamanda Erzurum Atatürk Üniversitesi'nden bir davet aldım. Profesör Saim Sakaoğlu ve Profesör Rıfat Yıldız'ın Bayburt'ta yapmayı planladıkları "Bayburt Sempozyumu"na bir bildiri ile katılmam istenmişti. Büyük bir heyecan duydum. Düşündüğüm romanımın iklimini, sılamda yakalayabilirdim.
Artık her adımda o romanı aradığım için, Erzurum'dan sonraki Kop Dağı dönemeçlerini dolanan otobüs penceresinden bile romanın çizgilerini dertler gibi olmuştum.
Bahardı, Çoruh Nehri boz bulanık akıp giderken bana yeni şeyler söyler olmuştu. Bizim Bayburtlular'ın bir Bayburtlu'luk fanatizmi vardı ki, dillere destandır. Saim Sakaoğlu da bunu bilerek bana takılıp duruyordu. Kop Dağı'nı aştıktan sonra, Çoruh'a yakın yol kenarında kerpiçten bir kulübe önünde mola vermiştik. Çay içerken Sakaoğlu yine takılıyordu. Müjgân Cumhur da heyetteydi. Saim Sakaoğlu Müjgân Hanım'a dönerek, "Hocam, Türk tarihinin en büyükleri ancak Bayburt'lu olabilir…" diyerek beni konuşturma tahrikini sürdürüyordu. Ben de kendisini mahcup etmemeye çalışıyordum. Çoruh'un sularına bakarak devam ettim: "Fuzuli,- Habibim Fasl-ı güldür bu / Akan sular bulunmaz mı?" beyitini işte bu Çoruh Nehri'ni seyrederken yazmış olmalı… Şu manzarayı görmeden yazılamazdı. O halde Fuzuli de olsa olsa bir Bayburt'ludur…" diyorum.
Güzel bir sohbet arasında içtiğimiz, o kerpiçten kulübede demlenmiş çayların rahiyasını iliklerime sindirmiştim.
Bu topraklar Oğuz yurduydu, Dede Korkut’tan fısıltılar yayar gibiydi. O halde “Tom Amca”nın yerine bir “Oğuz Dede" neden olmasın ki? Romanımın ismi çıkmıştı ortaya… Artık şehirde, kasabalarda köylerde dolaşırken Oğuz Dede’yi hep yanımda hissediyordum. Yazılı not tutma alışkanlığım pek yoktu. Lakin kafam “Oğuz Dede” notlarıyla dolmaya başlamıştı. Çocukluğumda seferberlik hatıralarını ve nasihatlerini dinlemiş olduğum bilge ihtiyarlar gözümde canlanmaya başlamıştı. Seferberlik çileleri alınlarında çizgi çizgi fermanlara dönüşmüş yaşlı nineler de öyle… Hele bir “Hünkâr” ninemiz vardı ki, O’nun anlatmış olduğu, her bir hikâyenin bir roman olabileceğini şimdi düşünebiliyordum. Seferberlikteki göç yolculuğunda kaybolan iki oğlundan söz ederken gözlerinden akan yaşlar, Çoruh Nehri’nin bozbulanık akışından daha dokunaklıydı. Keşke O’nun o birebir yaşadığı hikâyelerini, oturup dizinin dibinde defterlere aktarabilseymişim…
Başarılı bir sempozyumun, verimli bir sıla gezisinin ardından yine Ankara’ya dönmüştüm ama, aylarca kalemi elime alamamıştım.
Tatil için ailece gittiğimiz Antalya Lara’daki TRT Tatil Sitesinde “Oğuz Dede’yi yazmaya başlamıştım. Geceleri el ayak çekildikten sonra balkondaki lambanın ışığında sivrisineklerle boğuşa boğuşa, harıl harıl yazıyordum. Tatil bitmiş, “Oğuz Dede” de tamamlanmıştı.
O sonbahara doğru İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bir roman yarışması ilan edilmişti. ”Oğuz Dede’yi gönderdim. Ödül kazandı. Ödül töreni için gittiğim İzmir’de jüri üyelerinden yazar Alev Bursalı şunları söylüyordu: 'Romanını okurken, oğlumun okul yıllarında bana çektirdikleri geçiyordu gözümün önünden. Keşke her mahallenin bir Oğuz Dede’si olsaydı dedim içimden…" Böylesi bir izlenimi duymuş olmak, o anda almış olduğum ödülden çok kıymetli olmuştu benimiçin.
Romanı Kültür Bakanlığına verdim. Aylar geçti bir ses çıkmadı. Kabine değişikliği sonucu Bakanlık makamına gelen Namık Kemal Zeybek, Galip Erdem’i de Müşavirliğine getirmişti. Bakanlıkta yayınlanmak üzere yapıla başvurular sonucu birikmiş çok sayıda eseri, Bakan Zeybek, Galip Erdem’e havale ediyor. Günün birinde karşılaştığımız Galip Ağabey, “Bir sürü eser okudum, içlerinden yayınlanmaya değer sadece Oğuz Dede’yi buldum,” diyordu. Şimdi bunları yazarken biraz da hicap duymuyor değilim. Ancak bu sözlerin sahibi, ciddi, önemli bir yazardı. Keyif için söz söylemeyeceğini de bilmeyen yoktu. Bu da benim için bir başka ödüldü.
Roman, Kültür Bakanlığı yayını olarak çıktı. Bir süre sonra da senaryosunu isteyen film şirketine senaryoyu teslim ettim. Kamber Sarıkurt’un sahibi olduğu film şirketi projesini TRT’ye sundu. Gerekli inceleme aşamalarından sonra kabul edildi. Bütçesi çıkarılıp Yönetim Kurulu’nda onaylandı. Senaryo telif ücreti de tarafıma ödendi. Dört bölümlük dizi film olacaktı. Fakat aylar geçti, çekimlere bir türlü başlanamıyordu. İşin peşine düştüğümde, çekimlere başlanması için iki itirazın olduğunu öğreniyorum. Birincisi, Ermenilerin aleyhine olan sahnelerin çıkartılmasıymış… Bunu şiddetle reddediyorum. İkincisi de, proje sahibi Kamber Sarıkurt’un devreden çıkarılmasıymış. Onu da kabul etmedim. Çünkü ben o firma ile yola çıkmıştım. İnandırıcı somut bir sebep olmadıkça, böyle bir vefasızlığı yapamazdım.
Senaryo birkaç yıl ortada kaldı. Sonra Kamber Sarıkurt kendi isteğiyle devreden çıkmıştı. Bu defa eserin çekimi için yönetmenliği Adil Daldal’a verilmişti. Adil Daldal, senaryoda bazı teknik düzenlemeler yapılması gerektiğini söylüyordu. Eğer mesele sadece teknik ise, hiçbir itirazım olmadığını belirttim. Adil Daldal, teknik müdahale adına senaryonun bir bölümünü yeniden yazıp bana verdi. Aman Allah’ım okurken saçımı başımı yolmaya başlamıştım. Benim yazdığım eser ortada yoktu. “Oğuz Dede” ucuz bir popülizme kurban ediliyordu. İlgililere bunu kabul edemeyeceğimi ilettim, o sayfa da kapanmış oldu.
Söz Kamber Sarıkurt’tan da açılmışken anlatmam gereken bir konuyu da aktarmalıyım. Kamber Sarıkurt bir gün heyecanla beni aradı “Ağabey, acele görüşmemiz lazım…” Anadolu Kulübü’nde buluştuk, “Bakan Bey’in yanından geliyorum…” dedi. TRT’den sorumlu Devlet Bakanından söz ediyordu. Hala heyecanlıydı. “Benim teklif edeceğim birisini hemen Televizyon Dairesi Başkanlığına getireceğini söyledi. Ben de seni teklif ettim…” Şaşırmıştım. Kabul edersem hemen bildirecekti. Ben susuyordum. Kamber Sarıkurt, küçük bir ayrıntıdan söz eder gibi ekledi: “Projeleri geçen film fırmalarından alınacak paylarla, Bakan’a her ay elli milyon verilecek… ”Afallamıştım, o iş bana göre değil…” dedim. Bu defa şaşırma sırası Kamber ’deydi. Önce şaka sandı, sonra kesin bir dille konuyu kapattım. Yazılması gerektiğine inandığım hoş olmayan bu hatıra içim şunu da eklemeliyim. Halk arasında bir söz vardır: Vebali söyleyenin boynuna…Bu anekdotu aktarmamda bir sebep de şu: “TRT özerktir” denir ya hep…Hayır, TRT hiçbir zaman özerk olamamıştır. Siyasi sorumluluk açısından bir Devlet Bakanına bağlı olması doğruysa da, kazın ayağı öyle değildir. Başka müdahaleler devamlı olmuştur, olmaktadır. Hele içinde bulunduğumuz şu dönemin TRT’sini hiç tanıyamıyorum. Bana en çok dokunan da bu devlet kurumunda milleti ayrıştırıcı programların fütursuzca yer almasıdır.
(*) Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...