Toplumcu gerçekçilik iddiasıyla sürdürülen solcu edebiyatla pek de barışık değildim. Ama toplumun acı gerçeklerinin içinden geliyorduk. Toplum katmanları arasındaki uçurumu görüyorduk. Sömürü çarkının farkındaydık. Kapitalizmin yanında yer almak için hiçbir sebebimiz yoktu. Bu durumda benim gibilerin de solcu edebiyat akımları içerisinde olmamız gerekirdi. Yaklaşmaya anlamaya da çalışıyordum. Fakat olmuyordu. Bir doku uyuşmazlığı olduğunu seziyordum.
Toplumcu gerçekçilik iddiasıyla sürdürülen solcu edebiyatla pek de barışık değildim. Ama toplumun acı gerçeklerinin içinden geliyorduk. Toplum katmanları arasındaki uçurumu görüyorduk. Sömürü çarkının farkındaydık. Kapitalizmin yanında yer almak için hiçbir sebebimiz yoktu. Bu durumda benim gibilerin de solcu edebiyat akımları içerisinde olmamız gerekirdi. Yaklaşmaya anlamaya da çalışıyordum. Fakat olmuyordu. Bir doku uyuşmazlığı olduğunu seziyordum.
Öncelikle, ailemizden Rus saldırıları ve işgallerinde verilmiş şehit dedelerimizin hatıraları ile büyütülmüştüm. Yöremizde cereyan etmiş olan Ermeni katliamlarının canlı tanıkları ile iç içe yaşıyorduk. Milli mücadele mucizesini algılıyorduk. “Vatan Millet Sakarya” tekerlemesiyle küçümsenir olmasını içine sindiremeyenlerdendim.
Dindar bir çevreden ve aileden geliyordum. O değerleri özümsemiştim. Bunun yanı sıra cehaletin örgülerini de içinde barındıran bağnazlıkla iç içe bir çevreyi de yaşıyorduk. Okuduğumuz okullarda zaman zaman dini değerleri toptan ret ve inkâr eden tavırla, ailede ve çevrede ise bağnazlık kültürü ile çatışıyorduk. Benim gibi nice Anadolu çocuğunun ortak yazgılarından biri de buydu.
İzlemeye çalıştığım solcu edebiyat eserlerinde toplumun acı gerçeklerinin sergilenmesi etkileyiciydi. Onlara bu yönüyle karşı çıkmak doğru olamazdı. Ancak onların, toplumun manevi değerlerine karşı tutumları ile de bağdaşamazdım. Sosyal sorumluluk, milli sorumluluk ve manevi sorumluluk duyguları neden iç içe olmasın ki?
Diğer taraftan sol karşıtı edebiyat çevrelerinin de genelde tepki edebiyatı sergilemekle yetinmesi bir önemli noksanlıktı.
Hisar Dergisi’nde yazmaya başladığım yıllarda yolum İstanbul’a düşmüştü. Daha doğrusu, edebi rüyalarımın bu şehrine özellikle gitmiştim. Edebiyat çevreleri, yayınevleri ve bazı gazeteleri ziyaret etmeyi planlamıştım. Ve bazı mekânları da…
Çağaloğlu’nda Yağmur Yayınevi’ne uğramıştım. Cana yakın bir beyefendi olan Yağmur Yayınevi sahibi olan İsmail Dayı ile tanıştım. O da bana oradaki kır saçlı, vakur tavırlı bir beyefendiyi tanıştırdı: Tarık Buğra.
Kendisini daha çok hikâyelerinden etkilendiğim bir yazar olarak yakından izlediğimi söyledim. Tarık Buğra’nında beni Hisar Dergisi’ndeki şiirlerimden bildiğini söylemesi, kıvanç vericiydi benim için. Sohbetin bir yerinde, “Efendim, Anadolu insanının çilesi, acıları, köylünün, çiftçinin, işçinin hayat zorlukları inkâr edilemez. Ancak bunları yazmak, işlemek için solcu olmak şartmıdır?” dedim.
Tarık Buğra dobra dobra konuşuyordu. “Bu Türkiye’de sağın en büyük akılsızlıklarından biridir…” diyerek konuşmasını şöyle bir cümle ile bağlamıştı: “Milliyetçiler çok önemli böyle bir mevziyi de sola kaptırmıştır”
Daha sonraki yıllarda Tarık Buğra ile çok görüşecek, bir arada olacak, kavga bile edecektik. Yeri gelince onlara da değinmek istiyorum ama burada şu kadarını belirtmeliyim. Bir mektubunda bana “Eğer özür dilemezsen, bu mektubumu ağabeylikten istifa dilekçesi olarak kabul edebilirsin…” demişti. Ancak her şeye rağmen o benim için hep ‘ağabey’ olarak kalacaktı.
Milli ve sosyal sorumluk bilincimin yanından hiç eksik olmayan bir şeyler daha vardı. Hayal dünyamın iniş ve çıkışları med ve cezirleri. Bunları bir arada yaşatmaktan vazgeçmeyeceğimi sezinliyordum. Elbette insanoğlunun bir de deruni cephesi vardı. Aşklar, emeller, ufukların öteleri, hayat çarkının öbür tarafı, ile ilgili derinlikler…Herkesle paylaşılması olmayan kaygılar, ütopyalar… Kısacası fizik ötesi dünyalar… Bu ‘fizik ötesi’ kavramı genelde eksik algılanan bir şeydi. Mistik duygularla açıklanıyordu. Oysa mistisizmi de içermekle birlikte, insanoğlunun madde ötesi başka boyutları da bu ‘fizik ötesi’nin kapsamındaydı.
Yaz aylarında çoğunlukla köyümüzün dağlarını, derelerini, kırlarını, yamaçlarını, çayırlarını dolaşır dururdum. Oralarda dolaşırken, otururken, hayallere dalarken en çok İstanbul gelirdi aklıma. Henüz hiç görmediğim bu şehir, önceleri gurbetçilerin taşıdığı efsanelerle girmişti hayal dünyama. Zamanla tarih dersleri, romanlar, şarkılar ve şiirler taşıyordu İstanbul’u küçük köyümün iklimine. Bir tarlata akmakta olan suyun, bitki yaprağını dalından koparıp sürüklemesi karşısında daldığım duygulara, Yahya Kemal’in mısraları eşlik edebiliyordu: “Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya / Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya…”
Buradaki ölüm duygusunun, ölümü güzelleştirdiğini hissederdim.
Köyümüzün kıyısından akıp giden ve araziye can veren dereyi, Lale Devrini, ve Nedim’i öğrendikten sonra artık başka boyutlar da ekleyebiliyordum. Oradan Sadabad’ı Göksu’yu görebiliyordum. Yakup Kadri’nin ‘Yaban’ romanını okuduktan sonra, Naim Efendi’yi getirip bir köy konağına yerleştiriyordum. Seniha’nın çapkınlıklarına oralarda bazı mekânlar tayin ediyordum. Faik Bey’in görgüsüz alafrangalıklarını bazı ‘mektepli’ arkadaşlarımın şahsında seyredebiliyordum. Yine Karaosmanoğlu’nun ‘Hep O Şarkı’ romanının talihsiz güzeli Münire’nin gizlice ağlayış ve iç çekişlerini çağrıştıran soylu kızları, okul arkadaşlarım kızların dalgın çehrelerinde keşfetmeye çalışıyordum.
Hiç umutmam Erzurum’da Doğu Sineması’nın yeni bir flim afişini gördüğümde yüreğim hoplamıştı. Filmin adı ‘Hep O Şarkı’ydı. Afişin başka hiçbir yerine bakmadan bilet alıp dalmıştım sinemaya. Tam bir hayal kırıklığı ile karşı karşıyaydım. O romanla isminden başka hiçbir ilgisi olmayan bir Yeşilçam senaryosuymuş…
Fakat o filmden de yüreğimin ortasına gelip yerleşen bir Zeki Müren ezgisi kalmıştı. Daha sonra o ezgi ile Karaosmanoğlu’nun romanının talihsiz güzeli Münire’nin iç sızıları buluşmaya başlamıştı. Ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ‘Natüralist’ diye nitelenen romanlarını okurken bile İstanbul romantizmini bulabiliyordum. Belki de onları kendi mizacıma göre yeniden yazmış oluyordum.
Abdülhakhamit’in Makber’deki hüznü ile ‘Makber’ gazelini birleştiriyordum. Hafız Burhan’ı babamın sesinde arıyordum. Oysa babam o kendine özgü sesiyle zaman zaman ilahiler okurdu. Bazen de Zihni’den ve Celali’dendünyevi bazı şiirleri kendine has besteleriyle terennüm ederdi. Neşesinin yerinde olduğu zamanlarda, Karacaoğlan’ın Emrah’ın aşk deyişlerini de terennüm eder, kendine özgü açıklamalar ve yorumlar da yapardı.
Emrah’ın o dünyevi aşklarını hep ilahi aşkla bağdaştırırdı. Doğrudan beşeri aşk olduğunu kabullenmek istemezdi. Belki de baba ciddiyeti zedelenir diye düşünüyor olmalıydı. Bazen coştuğu olur ve “Aşksız insanın hayvandan ne farkı var” derdi. Belli ki Yunus’tan almıştı bunu da… Dedem Alişan Akengin’in de şiirleri vardı. Avni mahlasıyla yazdığı şiirlerden bazıları M.Fahri Yılmaztürk’ün ‘Bayburt’un Manevi Bekçileri’ adlı kitapta mevcuttur. M. Fahri Yılmaztürk’ün bu eserinde kısa aile tarihçemiz de yer alır.
Yöremizdeki yaygın anlayışa göre şiir yazmak için rüya âleminde pir elinden bade içmiş olmak gerekiyordu. Pir elinden bade içen de erenlere karışmış olurdu. Yani evliya demekti. Bir evliyanın da öyle beşeri aşkı dillendirmesi düşünülemezdi.
Hâsılı ben o çevrede şiir yazmakta olduğumu açığa vuramazdım. En azından tiye alınma endişesi taşırdım. Belki de bu yüzden olacak, ortaokul son sınıfa kadar hep matematiğe meyletmiştim. Çok da iddialıydım. Matematikte yarışmaktan zevk alırdım.
Mayıs 2012