Bir şey beğenmeyip her şeye vır vır eden sol; tek şeyi beğenip geri kalan her şeye vır vır eden sağ...

Bu saptamamla başlayayım söze… 

Sol ve sağ bu durumdadır da ülkemde, parti kurma ve bir yerlere gelme sevdası doruklardadır her dönemde. Partilerin sınıf temelli olduğu gerçeğini kavrayamayan ya da görmezden gelen birçok aydın ve parti heveskârı parti kurma sevdasına düşmekte, bu düşüş sonunda ya hüsrana uğramaktalar ya da siyasal kariyeristlikle kendilerini tatmin etmektedirler.

Neden böyle olmakta? Şundan: Kurulacak bir partinin halkta karşılığı olmalı, sınıfsal bir temele oturmalıdır.

Eğer burjuvaziniz yoksa particiliğiniz bir bölük idealist aylıklı aydının özverisine kalır, onunla da bir yere varamazsınız.

Şimdi burada şu soru sorulabilir? İyi de neden burjuvazi, işçi sınıfı nerede, oraya dayansak olmuyor mu? Olur, olur da işçi sınıfı dayanmanız için size arka olmalı. Yani birbirinizi ikna edip inandırmanız gerekli.

Böyle bir durum var mıdır şimdilerde? Hayır, işçi sınıfına âşıktır bir grup sosyalist, ama bu tek taraflı bir aşktır, işçi sınıfı gündelik çıkarının ardındadır, din tüccarı sermaye partilerine oyunu verir. Bırakınız sizinle olmasını ne kendisi ne de sendikaları sizin kurduğunuz partiye beş kuruş yardım etmezler.

Çiftçi şark kurnazıdır, esnaf ikiyüzlüdür bu ülkede, güvenilmezler. Ve çoğunun tarikat ve cemaatlerle ekonomik bağları vardır.

Ve işte bu ahval ve şerait altında ne olur? Son derece pahalı bir iş olan particilik büker sizin belinizi, bir arpa boyu yol gidemezsiniz, benim gibi HEPAR'ın Genel Başkanı olduğunuz günlerde bile dolmuşla, tramvayla evinize, işinize gidersiniz, kimse sizin yazarlığınıza ve bilgi birikiminize bakmaz, arabanız olmadığı için o tramvaya binenler bile sizi ciddiye almazlar.

Olan budur, bundan sonra olacak olan da budur.

Ekonomik birimler oluşturmadan, onları örgütlemeden yola çıkarsanız yolda kalırsınız.

Türk siyasetinin unutulmaz ismi Osman Bölükbaşı “İnsanlar siyasette ya korkacak ya da umacaktır. Siyasette korkutacak kuvveti, dağıtacak nimeti olmayanların ihanete uğraması kaçınılmazdır” derdi, kendisi de çok ihanete uğramıştı.

Gerçekleri hesaba katmayan ihanete uğrar.

Benden demesi, siz bilirsiniz.

Bunları hangi birikimimle mi diyorum? 1954’ten bu yana kaç seçim gördüm, rol aldım ne adına, bunları bir anlatayım:

İlk hatırladığım seçim, 1954 seçimleridir. Ata topraklarım Bayburt Demirözü... 6 yaşındayım, daha ilkokula bile gitmiyorum. Babamın halasının oğlu Ekrem Ocaklı, Demokrat Parti'den milletvekili adayı. O yörenin en ünlü CHP'lisi, Balkan ve Birinci Dünya Savaşı gazisi dedem Şevki Efendi, yeğenine destek vermeyi reddetmiş, kendi partisi için uğraşıyor. Babam, dedemden gizli gizli halasının oğluna çalışıyor.

O günü de gülümseyerek anımsıyorum. Dedemi kızdırmak için beni öğütleyip yolladılar. Vardım, dedem kahvenin önünde oturuyor. "Dede" diye seslendim, döndü baktı, kimsenin ona söylemeye cesaret edemediği o sözü söyledim: "Yaşasın Demokrat Parti." Önündeki şekerlikten bir kesme şeker alıp bana doğru fırlattı üzgün bir yüzle.

Ve seçim sonunda Ekrem Ocaklı milletvekili seçildi, CHP yenilgiye uğradı.

"Yeğeni mebustur dedem sevinmez
Kaybeden CHP, öfkesi dinmez"
olarak dizelerime de yansımıştır bu olay.

Evet o günden bugüne ben çok seçimler gördüm. Kiminde müşahittim sandık başında, kiminde sandık kurulu üyesi, kiminde seçim işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısı, hatta genel başkan. Milletvekili adayı oldum, belediye meclisi üyesi aday oldum, belediye başkanlığına aday adayı oldum. Kürsülerde oldum, pazar yerlerinde, dükkanlarda, köylerde oldum. 

Ülkem daha aydınlık, daha uygar, daha gönençli olsun, Atatürk’ün çizdiği rotadan şaşmasın diye oldum. Aldığım rollerin hepsi bunlar içindi.

Hatta K.Osman’ın torununa muhtaçlığım bile bunlar içindi. Bu muhtaçlığın öyküsünü de anlatayım:

Yıl 2009, HEPAR'da seçim işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısıyım. Örgütlenmeden sorumlu genel başkan yardımcısı arkadaş yanıma geldi bir gün ve "Abi sen Bayburtluymuşsun, orada da örgüt kuramıyoruz, yardımcı ol bize" dedi, ben de en azından kendi ilçem olan Demirözü'nde kurmaya çalışacağımı söyledim.

Sondaj yaptım biraz, bir akrabam, kendisinin o işlerden bıktığını ama bana yardımcı olacağını söyledi ve birkaç gün sonra uygun bir adam olarak "K. Osman Ağa"nın torununun telefonunu verdi.

K. Osman'ı çocukluk yıllarımdan hatırlarım, ağalığını bilmezdim, demek sonradan ağa da olmuş. K. Osman'a ilişkin başka bilgi ve anılarım da vardı. Sözgelimi babam, sıcak yemeğe kontrolsüz daldık mı bana ve kardeşlerime "Yavaş oğlum, K. Osman gibi boğazızı yakacaksınız" derdi, bu uyarı bir destanıma da girmişti: "K. Osman çorbaya destursuz dalsın/Ağzı, boğazı, midesi yansın /Dayan arkam dayan sıra senindir desin" dizeleriyle.

Neyse uzatmayayım, K. Osman Ağa'nın taksicilik yapan torununu aradım. Dedi "Ben şimdi çok meşgulem, sennen sora görüşek."

Vay anasını sayın seyirciler... "Peki ne zaman arayayım sizi beyefendi?" 

Haftaya.

Haftaya ne dedi biliyor musun? "Ben AK Partiliyem, oradan ayrılmam için bir sebep göremirem." 

Böylece bir zamanlar siyasal açıdan o ilçeyi sallayan bir sülalenin çocuğu, Şevki Efendi'nin torunu olan ben, K. Osman'ın torununa muhtaç oldum ve herif kendini ağıra satıp bana gerçeği göstermiş oldu. Yani Osman Pamukoğlu aşkına, K. Osman'ın torununun karşısında küçüldüm, tutumu ve sözleri içime oturdu.

Ve işte böyle olaylar sonunda baktım ki, particilik bize göre değil, herkes kendine göre alan seçmeli. Çekildik, particiliği bıraktık erbabına ya da kendini erbaptan sananlara.

OYUNU BAŞA KAKANLARA

Gençlik yıllarımın Erzurum'unda derlerdi, "Vereceğin bir fitire (fitre), titire (titre) Allah titire, verme cebinde dursun, seni sıcak tutsun o fitire."

Neden icap etti şimdi bu fitre tekerlemesi? Şundan: Bir oy vermiş muhalefete, seçim yapılalı daha iki gün olmuş, beyimiz sövüp duruyor, "Niye yenildiniz, niye kazanamadınız?"

Yahu senin oyunu zorla mı aldılar, bir fitre verdin, şimdi niye titriyorsun? Ayıp yahu, kimse senin uşağın, tutsağın, şamar oğlanın değil.

Siyaset yaptığım yıllarda iki kez, bana verdikleri oyu başıma kakanlar oldu. Af buyurunuz, "Oyunuza sıçayım" dedim onlara, hemen indirdiler. "Oğlum bokun söktüğünü kotan (pulluk) sökmez" diyen babama hak vermiştim işte o zaman.

İRADE VE KARARINI KUTSAMAK VE HALK DALKAVUKLUĞU

Millet iradesi tartışılmazmış, milletin kararına saygı duyulurmuş. Her seçimden sonra, bu sözleri duyarsınız.

Öncelikle bir yanlışı düzelteyim, iradesi ve kararı söz konusu olan millet değil halktır. Millet ve halk kavramlarını "Kartal Gözüyle Milliyetçilik" kitabımızda yazmışızdır uzun uzadıya, burada kısaca anlatalım: Millet kavramı geçmişlerimizi, ölmüşlerimizi de kapsar, yani mezarlıktakiler de milletin bir parçasıdır. Gelecek kuşaklar, daha doğmamış olanlar da milletin bir bölümüdür. Oysa ki halk, şu gün ülkede yaşayanlarım sayısal toplamını ifade eder. Seçimlerde işte bu sayısal toplamın iradesi ve kararı söz konusudur.

Bu sayısal toplamın irade ve kararını kutsamak doğru değildir. Eleştirilebilir bu irade ve karar. Saygı duymak zorunluluğu ise bir saplantı ve ön kabulden başka bir şey değildir.

Yanlışlığını gördüğüm ve inandığım bir irade ve karara ben neden saygı duyayım? Duymam, aydınca değerlendirir, gerekirse aşağılarım da o irade ve kararı. 

Yazarım, eleştiririm, gerekirse aşağılarım da ama ortalık halk dalkavuğu ve popülist seçkincilerden geçilmiyor. Beni de halkın saplantı, yanlış ve ayıplarını cesaretle, bir devrimci ve aydın dikliği ile dillendirdiğim için eleştiriyorlar bunlar. 

Halkçılık konusundaki yaklaşım ve düşüncelerimizi ve Atatürk'ün halkçılık anlayışını ben iyi bilirim, "100'üncü Yılında Cumhuriyeti Savunmak" adlı kitabımda da yazdım. Beni suçlayanlar önce bunu okuyacaklar.

Halkçılık, devrimcilikle at başı gider ve devrimcilik olmadan halkçılık popülizm olur. Halk aydınlanacak önce, bunun için gerekirse halka rağmen halkçılık yapacaksınız, Atatürk öyle yaptı, Halkevlerinin girişinde de "Halka rağmen halkçılık" yazardı. Aydınlanma böyle olur, halkının yanlışlarını yutup nabza göre şerbet vererek, o halka ancak kötülük edilir.

Yani oturun oturduğunuz yerde, benimle uğraşmayın, ben o halkın üstündeyim ve kendi düzeyime çıkarmaya uğraşıyorum onları. 

LİDER ODAKLI DEĞERLENDİRMELER DOĞRU SONUCA GÖTÜRMEZ

Kazanılamayan seçimlerin sorumluluğu liderlere yükleniyor ülkemizde, yalnızca onlar suçlanıyor. Varsa yoksa lider, o gider de başkası gelirse düzelecek.

Ya kadrolar ya söylemler ya ideoloji ya program?.. Bunları ele alanlar öyle az ki... Lider odaklı düşünüyor toplumuzun büyük bölümü. Bu padişahlık dönemlerinden bu yana gelenek genlerimize ve oradan da belleklerimize işlemiş bir olgu. Kurtarıcı ararız durmadan, aradığımız kurtarıcıya önce büyük yetenekler izafe ederiz, onu büyüttükçe büyütürüz, olmayan özellik ve meziyetler yükleriz ona. Vee sonuç başarısızlık olunca da, o tepemize aldığımızı yere vururuz acımasızca.

Oysaki çağımızda böyle olağanüstü liderlikler yoktur, olmamalıdır da. Lider ve ekibi vardır, programı, söylemi vardır, yöntemleri vardır. Artık onlara bakmalıyız.

Ve eleştirmeyi de öğrenmeliyiz, eleştiri yaparken diyalektik yöntemi kullanmalıyız, yani tersini de düşünerek, tersiyle düzünü sentezleyerek sonuçlar çıkarmalıyız.

Umarım bu yazdıklarım üstüne düşünenler çok çıkar.