“Türkiye'deki sağ kesim, Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. Yıldönümünü, Cumhuriyete alternatif bir model içeriği içinde kutlamakla, Türklük bilincinden ne ölçüde yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Osmanlı Devleti, 622 yıllık bir geçmişiyle, olumlu ve olumsuz yönleriyle elbette ki biz Türklerin devletidir. Ancak nasıl bir Türk sağıdır ki, Türk ulusçuluğu yerine ‘Osmanlı ulusçuluğunu’, Türk dili yerine ‘Osmanlıcayı’, ‘Türk Edebiyatı’ yerine ‘Divan Edebiyatını’, Türk Kültürü yerine ‘Osmanlı Kültürünü’ alternatif olarak ortaya çıkaran ve geliştiren; yönetici sınıfının yetiştirildiği ‘Enderun’a Türkleri kabul etmeyen; ‘etrak-ı biidrak’ (algılamasız Türkler) biçimindeki hakaretamiz söylemlere tepki göstermeyen; bir başka ifadeyle, üst kültür kimliği olarak Türklüğü reddeden bir imparatorluğu model olarak, hem de 21. Yüzyıla girmekte olduğumuz şu sıralarda -gıpta ve özlemle- önerebilirler? Kaldı ki, geriye dönüşün asla mümkün olmadığı, değişimin kendisinden gayri her şeyin değiştiği bir dönemde, bu kesimin, muhafazakârlığın yanı sıra Türk ulusçuluğuna sahip çıkmaları ise apayrı bir çelişkidir.
Tarihe damgasını vurmuş olan İngiltere Fransa, Rusya gibi devletlere bakıldığında, ‘ulus-devlet’ yapılanmasının tüm karakteristikleri görülür. Örneğin, İngiltere için, yalnızca ‘İngiliz dili, İngiliz edebiyatı, İngiliz kültürü, üzerinde güneş batmayan İngiliz devleti ideali’ esas kabul edilirken; İngiliz ulusçuluğunun temelleri de işte bu esaslara dayanmıştır. Türk ulusçuluğunun -toplumsal, kültürel ve siyasal alanlarda- ortaya çıkışının söz konusu devletlere oranla çok geç tarihlere rastlaması, Osmanlı Devleti'nin üst kültür kimliği olarak ‘Türklük’ yerine yapay bir kavram olan ‘Osmanlılık’ı kabul etmesi yüzündendir. Avrupa'daki imparatorlukların yanı sıra, 1789 Fransız İhtilâlinden hemen sonra tüm Avrupa'yı ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkları içine alan ulusçuluk hareketinden Türklerin de etkilenmesi, XIX. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren söz konusu olmuştur. Harbiye kökenli Süleyman Paşa (Şıpka Kahramanı) ve Bursalı Tahir Beyin yanı sıra, tarih ve edebiyat alanında Türklük bilincini işleyen eserler veren aydınlarımız arasında Veled Çelebi, Şinasi, Ahmet Vefik Paşa, Mustafa Celâleddin Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Suavi, Şemsettin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Necip Asım, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Ziya Gökalp, Necip Türkçü, Fuad Köse Raif, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul vd. yer almıştır. Batıdaki ve de Osmanlı İmparatorluğu'ndaki azınlıkların aşırı milliyetçiliklerine tepki olsa gerek, yukarıda adları yazılı aydınlarımızın bazıları Arnavut, Polonyalı, Kürt, Çerkez kökenli olsalar bile, olması gereken siyasal bilinçle alt kültür kimlikleri yerine üst kültür kimliği olan Türklüğün gelişimi için tüm mesailerini sarf etmişlerdir. Ayrıca, başta Gaspıralı İsmail Bey olmak üzere, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi gibi Rusya kökenli Türkçüler de Türklük bilincinin verilmesinde önemli rol oynamışlardır.
Türk ulusçuluğunun siyasal bir hareket olarak ortaya çıkması, İttihat ve Terakki döneminde söz konusu olmuştur. Türk toplumunun ümmet aşamasından ulus aşamasına geçiş sürecini hızlandırmak için özel yasalar çıkaran ve peş peşe çağdaş nitelikte bazı devrimler (kadınlara eğitim ve çalışma hakkı, takvim, ölçü vb. alanlarda batı standartlarını esas alma, alfabeyi basitleştirme gibi) gerçekleştiren İttihatçılar, nerede durmaları gerektiğini kestiremediklerinden, Turancılık gibi sonu belirsiz bir ham hayalin peşinden koşma konumuna gelmişlerdir. Türk toplumu, o dönemin mazur görülebilecek koşullarında bile ulusçuluğun siyasallaştırılmasının tehlikesi ile ilk defa İttihat ve Terakki döneminde tanışmıştır.
Mondros Mütarekesi'nden sonra ‘Misak-ı Milli’ ile ifadesini bulan ve matematiksel gerçekçiliği ön plana çıkaran Türk ulusçuluğunun Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemindeki yansımaları, ‘kuvayı milliye’ hareketi ile eyleme dönüşüp, ‘tam bağımsızlık’, ‘ulusal egemenlik’ gibi amaçlara yönelik olarak gelişmiştir. Mudanya Mütarekesi'nden sonra başlayan ilk siyasal devrimler sonucunda saltanat, hilâfet gibi Türk Toplumunun sırtındaki safraların atılması; Cumhuriyetin ilânı; laik hukuk sisteminin en önemli adımı olarak Tevhid-i Tedrisat yasasının kabulü ile eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ve arkasından gelen diğer devrimler, Türk ulusculuğunun genel çerçevesini belirlemiştir. Böylece, Atatürk'ün ulusçuluk anlayışı, o dönemde tüm Avrupa'da varlığını hissettiren saldırgan (irredantist) ve şoven tipi ulusçuluk anlayışlarının tamamiyle dışında evrensel-hümanist boyutları yakalayan, Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun bir ilkeye dönüşmüştür.”(1)
Saygıyla andığımız Necip Hablemitoğlu’nun ayrıntılı olarak yazdığı bu konu bugün de önemli… Öyle önemli ki, bu ülkede bilinçsizce bir Osmanlı hayranlığı başladı. Adamın biri “Osmanlı Berberi” adında bir işyeri açıyor, amblemi de süslü bir ibrik. Ya da Osmanlı tuğraları amblem oluyor gerekli gereksiz yerlere. “Osmanlının torunu” olmak en büyük övünç ve sanki dinin gereği gibi algılanıyor. Üstelik bunu milliyetçilik iddiası olanlar da yapıyor. “Göktürklerin torunu” olma yerine, Türklükle bağının kalıp kalmadığı tartışma götürür “Osmanlı’nın torunu” olmaya talip olmak ve bunu milliyetçilik adına yapmak, bilinçsizlik ve cehaletle açıklanabilir ancak.
Öyle bir hava estiriliyor ki; sanki büyük eser adına ne var ne yoksa bu ülkede, Anadolu’ya bir yol bile yapamayan, yapmayan Osmanlı’nın eseridir. Türkiye Cumhuriyeti mi? “O hiç canım, Osmanlı’nın bakiyesidir işte, zaten Cumhuriyeti kuran kadro da bir Osmanlı kadrosudur, Mustafa Kemal de bir Osmanlı Paşası değil midir?”. Bunlar için Kurtuluş Savaşı’nın bile fazla bir değeri ve önemi yoktur, hatta kimilerine göre bu savaşı bize İngilizler kazandırtmışlardır. Bu kafalar, yukarıya aldığımız yazılarla hâlâ açılmadıysa, Mehmet Ali Aynî’den aşağıya aldığımız satırlar şok etkisi yapacaktır:
“İşte böyle karmakarışık çelişkili durum ve beklenti içinde herkesin yarın ne olacak diye düşündüğü sırada Paris’e davet olunan Osmanlı delegelerinin önüne ünlü ve uğursuz Sevr Antlaşması atılmış ve derhal imzası istenilmişti.
Fakat bu bir barış antlaşması değil, Osmanlı İmparatorluğunun idam hükmü idi. Ancak bu antlaşmayı Osmanlı saltanatının son padişahı VI. Mehmet Vahidettin kabul etmişti. Onun bu hareketi Türk Milletini ayakları bağlı koyun gibi düşmanlarına teslimden başka bir şey değildi. Vahidettin orduları terhis, istihkâmları ve silahları düşmanlarımıza teslim ettirdikten başka, o uğursuz antlaşmayı millete cebren kabul ettirmek için bütün kuvvetiyle de çalışmıştı. O antlaşma onun Yıldız Sarayında oturmasına izin veriyordu. Fakat İstanbul’da asker namına padişahın hassa askeri olmak üzere ancak yedi yüz er bulunabilecekti (antlaşmanın 154. maddesi). Fakat (Sultan Mehmet) ve (Yavuz Sultan) Selim gibi yüksek adamların neslinden gelen bu bedbaht adam ve hanedanı ne kadar soysuzlaşmış ve bitmişlerdi! Osmanoğullarının bu soysuzluğu, içinde yetiştikleri şartların sonucu idi. Çünkü onları doğuran ve emziren kadınlar başlangıçta olduğu gibi soy ve sopları belli bey kızları değildi. Osmanlı sarayı sonradan dünyanın çeşitli yerlerinden çalınmış, kapılmış veya esir edilmiş; dilleri, dinleri ve soyları Türklüğe yabancı cariyelerle dolmuştu. Padişahları işte o cariyeler doğuruyor, büyütüyordu. Afrika’nın içlerinden kapılmış ve çalınmış ve sonra hadım edilmiş yüzlerce kara ağalar da sarayı doldurmuş olduğundan şehzadeleri bu cahil adamlar okutuyor ve terbiye ediyorlardı. Padişahın oğulları önceleri vilayetlere gönderilir ve kendilerine her türlü devlet işleri öğretilirdi. Sonraları bu adet kaldırılmış ve kendilerine saltanat sırası gelinceye kadar sarayda bir odaya kapatılmaları yöntem olarak benimsenmişti.”(2)
1) Necip Hablemitoğlu- http://www.hakimiyetimilliye.org
2) Mehmet Ali Aynî-Tarihte ve Türklerde Din, Millet ve Milliyetçilik