Türkiye demokratikleşme sürecinde ileri adımlar attıkça, bu ülkedeki iktidar elitlerinin yaklaşık yüz yıllık hâkimiyetlerinin sonuna gelindiğinin de iyice ortaya çıktığı görülmektedir. İktidar elitlerinin kim olduğunu söylemeye gerek yoktur. İmparatorluğun son yüz yılında güçlenen bürokratikleşme/militerleşme ve devletçilik arasındaki ilişkinin, Cumhuriyet döneminde daha sıkı bir şekilde devam ettiğini gösteren birçok olay vardır.
Temel sebep bellidir: Cumhuriyet rejiminin İmparatorluktan devraldığı birçok şey arasında en önemlisi “beşeri kadro ve onların dünya görüşleridir”. Bu ideoloji, askerler, bürokratlar ve bu zümrelerin zihinsel haritasında yer alan “nasıl bir toplum, nasıl bir devlet, nasıl bir ülke” sorularına cevap veren bir anlayışı yansıtır.
Bu kadronun ideolojisine göre, “toplum bir mühendislik alanıdır”. İstedikleri gibi düzenlenebilecek bir nesne istedikleri müdahaleyi yapabilecekleri “iradesiz, tarihsiz, kültürsüz” bir varlıktır.
Yapı çöktü
Kaba pozitivist bir ideolojiye sahip olan bu kadronun, modernleşme diye anladığı şey “Batılılaşmadır”. Bu nedenledir ki Batılı olmayan bir halkı, Batılı yapmak için her türlü “zor kullanma hakkını” kendilerinde bulmalarına ve buna alışıldığı şekliyle “devrim” demelerine şaşmamak gerekir. Değiştirecekleri şeylerin başına, toplumun bütün kurumlarını, tarihini ve kültürünü koymuşlardır. Din- toplum ilişkisi bunlardan en önemlisidir.
19.yy oryantalizminden öğrendikleri “din, terakkiye manidir” türünden ezberlenmiş kalıpların kritiğini yapacak durumları yoktur. Batı modernleşmesinde “din ve ekonomi” arasındaki ilişkileri toplumsal teorinin merkezine yerleştiren Weber’den haberleri olmadığı gibi, “tarihsel iktisat ekolünden” de oldukça uzak bir zihin dünyası içinde yaşarlar. Daha da önemlisi, modernleşme peşinde koşmalarına rağmen Batı’nın nasıl modernleştiğine dair bir fikre sahip oldukları da söylenemez.
Bu zihniyetin devam etmesi için tek şart vardır: Anti demokratik siyasi rejimin mevcudiyeti. O halde oyunu bozan, Türkiye’nin demokrasiye doğru adım atmasıdır. Bu adımlar hızlandıkça “iktidar elitlerinin oluşturduğu yapı çökecek”, güçlerini kaybedeceklerdir.
Türkiye demokratikleştikçe, tarihsel kültürel yerli değerlere daha da açılmak durumunda kalmıştır. Halk siyasete katıldıkça, kendi taleplerini devlete bir siyasal girdi olarak ilettikçe, halkın tarihi, dini ve kültürünü hesaba katmak zorunda kalan bir devlet yapısı ortaya çıkmaya başlamıştır. Devletin bu yöndeki değişimi bizatihi demokratikleşme sürecidir.
Millete itibar
Bunun anlamı şudur: Demokrasi, yerli olan, tarihsel ve kültürel olan her şeyi siyasetin merkezine taşımaktadır. Bu durum devletin Batılılaşmacı, “yeni yapay bir ulus yaratma ideolojisinin” çökmesi, reel olan, tarihsel olarak var olan millete itibar edilmesi demektir. Bunun ideolojik karşılığı ise, o güne kadar dışlanmış olan milliyetçilik ve muhafazakârlığa açılmaktır.
Dün Türkiye’nin eski “elitlerin tahakküm döneminde” yurdunu terk ederek Mısır’a göçen Mehmet Akif Ersoy’un, İhsan Efendi’nin şanssızlığı “ülkelerinin demokrasiye uzaklığıydı”. Bugün İhsan Efendi’nin oğlunu Cumhurbaşkanı olarak takdim eden, o eski hâkimiyet anlayışının mirasçılarını muhafazakâr bir aday göstermeye iten esas sebep ise demokrasidir.
Böylesine “bir mühendislik çalışmasıyla” bulunan adayın toplumsal-siyasal karşılığının olup/olması ayrı bir problemdir. Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin toplumsal ve siyasal karşılığının yerlilik, millilik ve muhafazakârlık çerçevesinde ortaya çıkması ise, devlet ve toplum arasındaki sorunların nasıl aşılacağını gösteren önemli bir göstergedir.