Kuzeyinde Bayburt Kalesi, güneyinde Aslan dağı, doğusunda Beyböyrek’in (Bamsi Beyrek'in) medfun olduğu Duduzar ve batısında Şehit Osman tepeleri arasında kurulu Dedemkorkut şehrin Şingâh mahallesinde dünyaya geldim. Üstelik dünyaya ebesiz, hemşiresiz gelmişim. İlginçtir anacığım hemen evin yanı başımızda Şingâh çeşmesinden omzuna yüklendiği helkelerle su taşırken doğmuşum. Değim yerindeyse kendi göbeğimi kendim kesmişim. 

Aslında bende isterdim mahallemizin o nur yüzlü Ebe Memnune teyzemin ellerinde doğmayı, kısmet değilmiş. Olsun, sonuçta ebem olmasa da pırıl pırıl yetiştirdiği büyük oğlu Ülkü Ocakları başkanımız Mustafa Erdemir ağabeyimizin rahle-i tedrisatından geçtik ya, bu ziyadesiyle bize hatıra olarak yeter artar da. Diğer oğlu Uğur Erdemir’de yaşça akran sayılan aynı mahalleden arkadaşımdı. Sadece tek fark onların Şingâh camiinin hemen yanı başında çatılı bahçeli evde oturuyor olmaları, bizim de Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulunun hemen alt başında yarı kerpiç, yarı taştan yapılı çatısız toprak bir evde oturuyor olmamızdır. Neyse ki anamın babama müteaddit defalar yaptığı telkinler netice verirde yıllar sonra bizimde nihayet bir beton arma evimiz oldu. Evet, azim böyle bir şeydir. Nitekim babam at arabacısı olması dolayısıyla ev yapımında kuma hiç para vermedik, yine inşaat için gerekli olan demir, çimento, tuğla ve kereste gibi malzemenin nakliyesi içinde para vermedik. Tabii babam bunları kendi yağı ile kavrulup yaparken bu arada aile fertleri olarak bizde boş durmayıp kimimiz harç gardık, kimimiz tuğla taşıdık, kimimiz su taşımak gibi tam bir imece usulü dayanışma örneği sergiledik. O yıllarda mahallemizin inşaat ustası Abdurrahman Köse’de evin yapımını üstlendi, öyle ki o usta olmanın ötesinde, inşaatın hem mühendisi, hem amelesi gibiydi. Tabii bizlerde seyirci kalamazdık ustamıza, zaman zaman el verdikte. Hatta inşaatın yapım aşamasında o sıralar tuğla ocaklarında çalışmam hasebiyle evin bir kısım tuğla ihtiyacını da kendim karşıladım. İşte o karşılayış hevesi geleceğe ümitle bakmama yetmiştir. Gerçektende yeni ev olma hevesi bambaşka bir duygudur. Evet, bu duygu hevesi sadece bende değil, aile fertlerinin hemen hepsinde vardı. Zaten bu heves, bu duygu seli olmasa kıt kanaat geçinen böyle bir aile ortamında yeni ev yapmak ne mümkündü. Derken bu duygular eşliğinde sonunda bizimde bir beton arma evimiz oldu. Hatta daha sonraki yıllarda Fransa’da çalışan ağabeyimin yeni evin üstüne bir kat daha çıkmakla artık bundan böyle üstümüzden başımıza su damlamayacak ya da baca küremeyecek konumda çatılı eve kavuşmuş olduk. Kelimenin tam anlamıyla aile içerisinde yeni ev hevesi öyle ortak doruk bir duygu seliydi ki, ağabeyim evin üzerine kat atıldığında yine ailece aynı duyarlılıkla imece usulüyle koşuşturmayı ihmal etmedik. Bu arada bende üst katın demir balkon modelinin üç hilâl olması noktasında halamın (bibimin) oğlu demirci ustası Murat Kiki'ye söylemekten geri durmadım. Demek ki o yıllarda üç hilal sevdası kanımıza öyle derinlemesine işlemiş ki bu simgeyi önerebilmişim. Hâlâ bugün olmuş o mavi üç hilalli demir balkonumuz yıllara meydan okurcasına Şingâh’ın yokuşundan aşağı inenleri selamlıyor da. Hele bir insan bir yerden başlamaya dursun, bir zaman sonra Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokul'unun hemen bitişiğinde bu kez kapı komşumuz Kadir Kiki ustanın yapımını üstlendiği dış duvarları Bayburt beyaz taşından iç bölmeleri tuğladan örülü bir evimizde daha oldu. Tabii ikinci yeni evimizin yapımında kullanılan beyaz taşlar babamın taş ocaklarında çalıştığı sıralarda kendi elleriyle yontup kestiği taşlardı. İşte taş ve tuğla ile örülen ikinci evin sıvasını da babamın at arabasıyla kireç ocaklarından getirmiş olduğu yanmış kireç taşı külü, yine Çoruh nehrinden getirdiği kum ve çimento karışımı bir harçla sıvamakta bana nasip oldu. Ne diyelim, yeter ki azmedilsin azmin elinden hiçbir şey kurtarmayacağı muhakkak. Meğer yokluk içerisinde çimentosu az kül mül karışımı harçta olsa bir şeyler üretilip sıva yapılabiliyormuş.

Evet, doğduğumda gözümü iki bölümden ibaret bir evde açmışım. Evin birinci bölümünde içeriye girdiğimizde hemen girişte bir hol, hol’ün sağında içinde ehram tezgâhının bulunduğu bir oda, solunda ortada göbek taşı ve hemen yanı başında tandır ve sekinin bulunduğu geniş bir avlu ve avluya bakan ikinci bir odamız vardı. Evin diğer bölümünde ise at, inek ve koyunların barındığı damımız vardı. Aslında eski evimize bir bütün olarak baktığımızda hayvanlarla ailece iç içe bir hayat yaşamışız ama sanki farkında olmamışız gibiyiz. Ne zaman ki evimizin yukarısında Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulunun yanı başında kesme taştan inşa edilen ikinci evimizin alt katında damımız oldu, işte o zaman hemhal olduğumuz hayvanlarımızdan ayrı kaldığımızı fark ettik. Olsun onlardan ayrı kalsak ta sonuçta bizim ailede hayvan sevgisi doğuştan bir sevgidir. Öyle ki, gün geldi doğup büyüdüğüm memleketimden çıkıp İstanbul, Balıkesir, Ankara gibi şehirlerde ikamet ettiğimde köpek besleme gibi bir hevese kapılmadık ta. Şayet dert dava hayvan sevgisiyse bu sevgiyi Ömer Seyfettin'in 'Kaşağı' hikâyesini okuyarak ta edinmedik, bilakis bu sevgiyi çocukluğumuzda at, inek ve koyunlarımızı kendi kaşağımızla tımarlayarak almışız. Kaldı ki, hayvanlarla iç içe yaşamak her babayiğidin göze alabileceği bir yaşam tarzı değildir, içerisinde birçok riskleri bağrında taşıyan bir yaşama biçimidir. Nasıl mı?

İşte çocukluk bu ya, bir gün ahıra girip kamçıyı elime alıp at’la oynamak hevesine kapıldığımda soluğu hastanede almışım. Hadi atın çifte tekmesini yiyip diş kaybına uğramak neyse de, doktorların anlatmasına çok büyük hayati tehlike atlatmışım da. Düşünsenize günlerden bir gün atla harmanda gem sürüp sonrasında öğlenin o sıcağında atı Keşiş Paharına su içirmek için götürdüğümde sen misin atı dörtnala koşuşturan kendimi yerde bulmuşum. İlginçtir o an attan düşüp tepe takla olduğumda kaçmayıp yanımda durması hayvanda olsa kayda değer bir vefa örneğidir. Hele şükür, hiç bir uzvum kanamadan tekrar at üzerinde Keşiş Paharına vardığımda su arkından ata su içirebildik. Düşünsenize yaşadığım bu elim olaya rağmen at’a olan sevgimi yitirmedim. Dahası hayvanlarla hemhal olmanın çok büyük risk teşkil ettiğini bile bile ölümüne de olsa bu sevgiden kendimi azad etmedim. Hani, 'gülünü seven dikenine katlanır' derler ya, aynen bizimki de öyle bir şey oldu. Gel de kendini azad et, ne mümkün, bakın Tabduk'tan başkasını pek gözü tutmayan Yunus bile 'Yaradılanı sev Yaradandan ötürü' diyor, dolayısıyla bizim haydi haydi sevmemiz lazım gelir. Madem öyle çocuklukta yaşadığım o güzel sevgi dolu anıları Yunusça ifade edemesem de gönlümce 'Hele' diyerekten seslenip 'Var ya' heyecanıyla şöyle dile getirmek isterim:

Hele o tavuklarımızın civcivleriyle birlikte pinden çıkışları var ya,  
Hele horozumuzun her sabah bizleri namaza kaldırışı var ya, 
Hele o koyun ve kuzuların meleyişi var ya,   
Hele o kınalı kuzularımızı her defasında kucağıma alıp sarmalayışımda hissettiğim o duygu yumağı var ya,   
Hele tân yeri ağardığında ineğimizi, koyunlarımızı, kuzularımızı çobana teslim edip akşam dönüşü inek ve koyunlarımızın salına salına rehbersiz evin yolunu bulmalarında seyre dalışımda ruhumda kopan o duygu fırtınası var ya,   
Hele gün batımına yakın kuzulukta kuzularımızı diğer kuzulardan ayırıp birlikte eve gelişimizde ki o eşlik edişimiz var ya,  ömür boyu unutamayacağım en mutlu anılarımdı.  
Hele anamın inek ve koyunların memelerinden süt sağışı var ya, sanki Kevser havuzlarından akan cennet pınarlarını hatırlatan bir sağıştı. 
Hele anamın o yayık yayışı ve o yayışın sonrasında ayrışan ayranımız, peynirimiz, yoğurdumuz ve tereyağlarımız var ya, hiçbir fabrikasyon mamulünde tadamayacağımız en doğal içecek ve katıklarımızdı. Zaten o yıllar da biz istesek te ne cola, ne fanta türü içecekleri içme, ne de margarin yağı yeme şansımız vardı. Çünkü geçimini tarım ve hayvancılıktan karşılayan bir aileydik, dolayısıyla süt, ayran ve yoğurt gibi hayvansal gıdalar boğazımızdan hiç eksik olmazdı.
Hele anamın o hamur yoğuruşu ve o pamuk elleriyle açtığı hamuru eğilerek sıcacık yer tandırına yapıştırışı ve sonrasın da gayretle o ekmeği alışı var ya; hayrete şayan büyük özveri örneği bir hadisedir. Hele o özveriyle bir bir ekmek teknesine alınan o çıtır çıtır kızarmış ekmeğin kokusu var ya 'yemede yanında dur' diyebileceğimiz nametimizdi. Öyle ki, ekmek teknemiz kimi zaman Taşkent ve Semerkant’ın ki kadar dolu ve tıkız, kimi zaman da Buhara ve Hıva’nınki kadar ince yufka ekmekti. Düşünsenize tandır ekmeğini daha 'Bismillah' deyip çıtır çıtır yemeye başlamadan buram buram o Orta Asyatik mis kokusunu, sıcaklığını ve damak lezzetini hemen alabiliyorduk. Şu da var ki, çocukluğumuzda midemiz pek bakkal ekmeği görmedi, bu yüzden ailece bakkal ekmeğine (somun ekmeğe) çok imrenirdik. Hani 'sürekli bal yiyen baldan usanır' derler ya, bizimkide aynen onun gibi bir şeydi. Dolayısıyla sürekli tandır ekmeği yiye yiye somun ekmek bizim için ulaşılması lüks ekmek olmuştur, oysa tandır ekmeği bugün herkesi arayıp ta bulamayacağı bir nimettir.
Hele harman zamanı kavurgan buğdayı değirmene verip te aldığımız o un mamulü kavut var ya, evimizde hiç bir yiyecek katığımız olmasa bile tek başına imdadımıza Hızır misali yetişen enerjik gıdamızdı. Öyle ki, ister kavut çorbası, ister kavut helvası, ister ıslatılıp tatlandırılmış kavut yemeği olsun fark etmez hepsi enerjik olmamıza yetiyordu. Zaten kavut olmasa dağ, taş, bayır demeden gün boyu arkadaşlarla yorulmaksızın nasıl dolaşıp oynayabilirdik ki. Tabii bu oyunların içerisinde top oynamaktan tutunda, kovboyculuk, birdir bir, uzun eşek, köşe kapmaca, ip atlama, takla atma, taş atma güreş, aşık atma, misket (bilye) vs. bilumum her tür oyun buna dahildir. Ancak oynamak iyi hoşta bu oyunların sevindiren yönleri olduğu gibi oyun boyunca bazen kazaen, bazen de kasten yara bere içinde kalmakta vardı. Nitekim berbere gidip saçımızı ayda bir tıraş ettirdiğimizde kafada beliren o yarık izlerin varlığı 'Her nimetin bir de külfeti vardır' gerçeğinin en bariz işaret taşlarıydı. Bu arada mahalle arkadaşları arasında grup oluşturup karşılıklı oynadığımız oyunlarda galip geldiğimizde sevinç çığlıkları atarken, yenildiğimizde ise tam aksine oyunbozanlık yaptığımız çok olurdu. Ancak galip gelen grubun tarafında mahallenin kabadayısı türden tipler varsa oyunbozanlık yapmaktan tırsıp sesimiz soluğumuz çıkmazdı da.

Peki ya teke tek oynanan oyunlarda durum nasıldı?  Doğrusu böyle bir durumda kendi adıma daha çok gözümüze kestirdiğimle güreşirdim. Olsun yinede hiç unutmam bir gün cesaretimi toplayıp kendilerine mahalle kabadayısı gözüyle bakılan arkadaşlarla güreşe tutuştuğumda anamın yaptığı kavut helvasının verdiği enerjik gıdadan mı olsa gerek sırtımı yere getirttirmeksizin onları alt etmem üzerime sinen o çekingenliğin gitmesine yetmişti. Yine ikindi vakti olduğunda naylon topla arkadaşlar arası karşılıklı top oynamalarımızda kaleye geçip sert zemine oralı olmadan uçarak gol kurtarışlarım var ya; beni futbol oyununa ısındırmaya ve iç içe olmaya yetmişti. Zaten hemen her gün ikindiden sonra kimi zaman ilkokulun önünde, kimi zaman şimdi ki Yem fabrikasının bulunduğu harmanlarda, kimi zaman kaya altı dediğimiz İmam Hatip Lisesinin bulunduğu alanda futbol oyunlarımız işe yaramış olsa gerek ki antrenörsüz mahalleler arası futbol turnuvası müsabakalarında Şingâh mahallesi olarak kaymakamlık kupasını kazanabilmişiz. Ancak sıra valilik kupasına gelmişti ki, mahallemizin en gözde kalecilerinden eniştem Behsat Karaer'in yaşının büyük olması gerekçe gösterilerek kaleye geçmesinin önüne geçilmişti. İster istemez bu durumda iş bana düşmüştü.

Evet, kaleye geçtik geçmesine ama doğrusu enişteme göre maç tecrübemin yetersiz olması daha maçın başlama düdüğü çalmadan taraftarımızın yüzünde tedirginlik oluşturduğu gözlerden kaçmıyordu. Tabii böyle olunca da beni heyecan sarmıştı. Üstelik maç rakip sahadaydı. Derken hakem başlama düdüğünü çaldığında Gümüşhane takımı seyirci avantajını da arkasına alaraktan doksan dakika boyunca tek kale oynarken biz ise kontratak denemelerle gol bulma arayışı bir oyun sergiledik. Her şeye rağmen yine de böyle bir atmosferde en azından öyle kolay yutulur lokma olmadığımızı gösterebildik. Şöyle ki; doksan dakika boyunca her defasında kaleye geldiklerinde beni bir türlü aşamıyorlardı, derken zar zor biri penaltıdan olmak üzere iki gol atarak yenebildiler. İşte nefes nefese oynanan böylesi bir oyunda bitiş düdüğü çaldığında 2-1 kaybetmiştik. Ama meseleye birde benim açımdan baktığımda Gümüşhane stadında valilik kupasını almış bir kaleci olarak anı defterime not düşemesem de ilk resmi maçta forma giyip göze batan kaleci oldum ya, bu benim için en az kupa kazanmak kadar kayda değer bir hatıradır. 

Her neyse her satır başında 'Hele' diyerekten seslenip 'Var ya' heyecanıyla dillendirdiğim bir dizi anekdot hatıralarımı yine bir demet 'var ya' haykırışıyla devam edebiliriz:

Hele anacığımın kırkılan koyunlardan elde ettiği yünü el çıkrığında ip eğirişi sonrası ehram dokuması var ya; bir feminist kadının ömrü boyunca hiç bir işyerinde tadamayacağı tamamen el maharetine dayalı bir emek işçiliğidir. Zira bu emek, ne masa başı memurluğuna, ne de başka bir kamu ve özel sektör hizmetine eş değerdir, tam aksine kendi yağıyla kavrulmaya yönelik göz nuru ve alın terine dayalı sanatsı bir emektir. İşte bu müthiş geleneksel sanatsı emek nesilden nesile taşınır da. Bu yüzden ehram tezgâhı için bir sanat abidesi dersek yeridir. Nitekim o sanat abidesi odamızın başköşesi olur da. Hele hatıralarını yâd etiğimiz bu yılların bir dili olsa da o sanat abidesi ehram tezgâhına kimlerin oturduğunu bir söylese. Zira dört kız kardeşten her biri buluğ çağına gelip ehram tezgâhının başına geçtiklerinde tefeden tutup harıl harıl o mekik atışları var ya, bir gün gelip doğup büyüdükleri bu evden beyaz gelinlikle çıkmanın tutkusuyla çeyizlerini çıkarmalarına yetiyordu. Zira el çıkrığıyla her yün eğirmelerinde de o tutku heyecanı her an sezmek mümkündü. Bu tutku tıpkı Anadolu kadınının sevdasını, aşkını kilime ilmek ilmek işlediği bir tutkudur. Gerçi bizim evde kilim tezgâhı yoktu ama amcamların evinde vardı. Böylece amcamlara her gidiş gelişlerde kilim üzerine işlenen birbirinden güzel o nakışları gördükçe Fatih Kısaparmak'ın “Kilim demek, ilim demek” dizelerine Anadolu’ca vakıf oldukta.

Hey gidi Ali amcam, Allah rahmet etsin, nur içinde yatsın, ölümünün üzerinde çok yıllar geçmesine rağmen hatıraları hala bir film şeridi gibi gözümde canlanırda. Nasıl canlanmasın ki, zaten hayatta neyimiz vardı ki bir emimiz (amcam), bir de bibimiz (halam) vardı. Babamızdan çekinirdik, yanında konuşmaya korkardık, bu yüzden yüreğimizin sinesinde birikmiş her ne varsa derdimizi ancak ya amcama, ya da halama açabiliyorduk. Her ikisi de iri cüsseliydi ama o görünümleri bizi ürkütmüyordu, çünkü yeğen canlıydılar. Gerçekten de dışarıdan bakıldığında amcamın adeta Padişah duruşu vardı, halamsa Osmanlı kadını bir görünüme sahipti. Dedik ya biz onların öyle heybet varı görünüşlerinden hiçbir zaman çekinmedik, tam aksine bu görünüşlerinin arkasında yeğenlerini sarıp sarmalayıp bağırlarına basmak sevgisi daha üstün bir değerdi. İyi ki de o sarıp sarmalar vardı, o da olmasa sevgi nedir bilemeyecektik. Çünkü bizim geleneksel aile yapı içerisinde bir babanın büyükler yanında çocuğunu sevmesi hoş karşılanmazdı. Bu yüzden biz baba kucağı nedir bilmeyiz, dahası baba sevgisini dışa vurulmuş halde pek görmedik. Hiç kuşkusuz babam içinden sevmiş olabilir, ama onu da biz bilmedik. Fakat anam öyle değildi, o sevgisini dışa vururdu hep. Hele anamın o kuzum deyip te o çağırışı var ya, yıllar boyu bizi iri ve diri tutmaya vesile olan can yürek seslenişti. Düşünsenize okuma yazma bilmeyen ana ve babadan doğma bir çocuk olarak anamın bu can yürek seslenişi ve birde bizlere sürekli cennet sevgisi, cehennem korkusu ve ahrette sırat köprüsünde geçiş gibi telkinlerde bulunması aslında farkında olmadan dini eğitim almışız da. Nitekim o telkinler sayesinde çocuk çağlarda camiden çıkmaz hale gelmişim bile. Gün geldi falakayı da göze alarak Kuran kursu derslerine gitmeyi ihmal etmedik te. 

Hele kışın camiinin ortasına kurulu sacdan yapılmış odun sobanın etrafında cami cemaatiyle bir yandan ayaküstü ısınırken diğer yandan birbirimize hal hatır sorup soba başı sohbetlerimiz var ya; gerçekten “Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül sohbet ister kahve bahane” derecede kayda değer sıcacık sohbetlerdi. Hadi sohbet her neyse de kar, kış demeden çocuk yaşta sabah namazlarına devam ediyor oluşum camii imamızın hoşuna gitmiş olsa gerek ki, bir bayram namazı vaaz kürsüsünde cami cemaatine adımı zikrederek örnek göstermesi beni daha da yüreklendirip yatsı ve sabah namazlarının ardından aşır okuyacak düzeye geldim de.  

İlkokul öncesi yaşlarda hayal meyal hatırladığım Leyla ablam vardı ki, bir gün evimizde kadınların ağlayış ve ağıt yakışından öldüğünü fark etmiştim. Aslında kaybımız sadece Leyla bacımla sınırlı değildi, gerek benden önce ve gerek benden sonraki doğumlarda kayıplarımız çok olmuş, yani toplamda anacığım on altı doğum yapmış, fakat kala kala iki erkek, dördü kız olmak üzere altı kişi kalmışız. Ölenlerin çoğu da daha bir yaşını doldurmadan ölmüşler, içlerinden sadece yetişkin olan Leyla bacımdı vardı ki onun acısı içimizde hala dinmeyen bir sızıdır. Belli ki onu çok sevmişiz, nitekim sonraki doğumlarda adını yaşatmak adına en küçüğün bir büyüğü kız kardeşimize Leyla adını vermişiz de. Eskiden aşı filan pek olmadığından çocuk kayıpları sıradan bir vaka olarak görülürdü, ancak yine de sanki bizim ailede ölümün dozu aşırıya kaçmış gözüküyor. Her şeye rağmen anacığım yine de “İnşallah ölen çocukların yüzü suyu hürmetine cennete gideceğim” derdi hep. Evet, benim de buna inancım tamdı. Öyle ki, anam yeri gelmiş sırtında çocuğuyla tarlada deste vurmuş, yeri gelmiş kucağında çocuğu ile birlikte tandır ekmeği pişirmiş, yeri gelmiş ehram dokumuş, yeri gelmiş ahırda hayvanların yemini vermiş, yetmemiş azığımızı ve yer yatağımızı hazırlamış, teştte banyo ettirmiş, üstümüzü giydirmiştir. İşte böyle bir yoğun tempoda ancak kala kala hayatta altı çocuk kalmışız. Aile içerisinde acı ve tatlı akla gelebilecek her ne varsa yaşadık sayılır. Neyse ki bunca çilenin üzerine ağabeyim aynı sülaleden Hamdi Dedenin kızıyla nikâh kıyıp evimize bir gelin getirdi de hele şükür bir mutluluk anı tadabildik. Hiç unutmam düğün günü öğlen vakti evin avlusunda beyaz gelinlik içerisinde yengemle göz göze geldiğimde sanki dünyalar benim olmuştu. Yatsı vakti olduğunda ise evimizin önünde halaylar eşliğinde oynanan oyunun ardından mahallenin delikanlıları ağabeyimi artık gerdeğe atacaklardı ki, ağabeyimin arkadaşlarından yumruk yemeden sıyrılıp kendini içeriye atması o an derin nefes alıp bir oh çekmeme yetmişti. Çünkü ağabeyimin şakayla da olsa kılına herhangi bir zarar gelmesini istemezdim, onun mutluluğu bizim mutluluğumuzdu. Ertesi gün bir araya geldiğimizde yengemizi elkızı olarak görmedik, onu hep bizden biri olarak gördük, hatta onu anne bildik bağrımıza bastık. Allah var o da bizi kendi çocuğu gibi gördü. Öyle ki, hayvan derisinden bana davul yapıp gönlümü fethetmeye yetmiştir, düşünsenize oyuncak nedir ne değildir bilmeyen bir aile ortamında o şartlarda davul bizim için en büyük oyuncak sayılırdı. Tabii Yengemin bu candan yaklaşımları sadece bizimle sınırlı değildi ağabeyime bir eş olmanın ötesinde aynı zamanda dost bir arkadaştı. Belki de onun eşine yönelik teşvik edici girişimleri olmasa, ağabeyimin Fransa’ya gitmesi bir hayalden öteye geçemeyecekti. Bir kere yengemin etkisi o kadar gayet açık ve netti ki, kadın haliyle eve getirdiği tuğlalarla ağabeyime destek mahiyetinde duvar nasıl örülür stajını (idmanını) birlikte yapıp Fransa’ya gidişin yolunu açmıştır. Evet, o ismiyle müsemma Hünkâr gelinimizdir. Derken üzerinden bir yıl geçmeden kendiside eş durumundan Fransa’ya gitmiş oldu. Çocuklardan sadece yeğenim Ensar Bayburt doğumlu olup diğer yeğenlerim İlknur, Hakan ve Ali Fransa doğumludurlar. Sonrasında ise on üç yıl bir çalışmanın ardından ailece kesin dönüş yapıp Yalova'ya yerleşmiş oldular. 

Hazır düğünden söz etmişken, hani bizim o müthiş;

“Zay oldum geze geze
Geldim Şingâh’ın düze
Düğün kalmasın güze” diye bir Türkümüz var ya, işte Şingâhın o meşhur düzünde oynanan düğünde yaşadığım bir acı hatırayı dile getirmek isterim. Şöyle ki, Şingâh’ın delikanlıları epey halay çekip oyunlarını oynadıktan sonra ara verip masalarına çekildiklerinde o sırada bende bana kuruyemiş karpuz, üzüm her ne varsa verirler düşüncesiyle masalar arasında gezinip duruyordum. O esnada davul zurna yeniden çalmaya başlamıştı ki, masada oturan delikanlı ağabeylerden biri belinden silahını çıkarıp havaya sıkacağı esnada namlunun ucundan çıkan kör kurşun Yusuf Kiki’nin beynine isabet etmişti. Ve ağzından oluk oluk akan kanlar tam önüme akmıştı ki, o anı izleyen yaşlısı genci, çoluk çocuk, kadın ‘Yusuf! Yusuf!’ diye çığlık attıklarında feryatları adeta gök kubbeyi inletip titretiyordu. İşte o ağlayış ve feryatlar arasında apar topar ciple hastaneye yetiştirilmeye çalışılsa da maalesef Yusuf (a.s) kıssasında geçen kanlı gömlek mahallemizin Yusuf’un da Emr-i Hak vaki olur. Evet, Yusuf ağabeyimiz ruhunu çoktan teslim etmişti. Aslında o kör kurşun bizi de vurabilirdi, biz kurtulmuştuk ama o kurtulamamıştı. Üstelik nişanlıydı da, düğününe ise bir aylık bir süre kalmıştı. Bu olay aradan uzun yıllar geçmesine rağmen bu gün olmuş hâlâ mahallemizin en unutulmaz acı yasıdır. Mahallemizin boylu boslu delikanlısı, yakışıklısı, efendisi, kıvırcık saçlısı olarak andığımız Yusuf ağabeyimiz bizden yaşça büyük olmasına rağmen okul bahçesinde bizimle top oynardı da. Neyse ki, tek tesellimiz kendi anısını unutturmayacak aramızda kopyası veya ikizi diyebileceğimiz kardeşi İshak Kiki var. İshak hem mahalle, hem ortaokul arkadaşımdı, hem de ikimizin hanımlarından dolayı akrabayız da. Bakın, Yusuf ağabeyimizin ölümünden en az İshak kadar bizde öyle etkilenmişiz ki, bir gün tek başıma mezarlığa gittiğimde diz çöküp tam Kur’an okuyacağım sırada hafif esen rüzgârın hışırtısı içimde bir ürpertiye yol açmıştı ki, derhal ruhuna Fatiha hediye ettikten sonra oradan hızla uzaklaşıverdim. Böylece ona olan deruni sevgimi çocukluk halet-i ruhiyesi duygularla da olsa yâd etmiş oldum.

Mahallemiz için unutulmaz bir başka elem verici hadiselerden biri de hiç kuşkusuz Adem Topcu’nun arkadaşlarıyla Çoruh nehrinde balık tutmak için gittiklerinde bir arkadaşın elindeki cam şişeye konulmuş dinamitin fitilini ateşlemesiyle meydana gelen patlamada ağır yaralanmasına neden olan hadisedir. Maalesef Adem arkadaşımız günlerce yoğun bakımda bekleyişin ardından kurtarılamayarak canından olur da. Evet, bu elim olayda mahallemizi hüzne boğan unutulmaz bir yasımızdır. 

Tabii sadece arkadaş boyutunda acılar yaşamadık, birde kendi aile içi yaşanmış acılarımızda vardı. İlkokul yıllarıydı ki, amcam elli yaş civarı bir yaşta ikide bir karnını tutup 'midem midem' deyip duruyordu. Tabii babam bu durumda duyarsız kalamazdı, tedavisi için Ankara Tıp Fakültesinde memur olarak çalışan dayım Aydın Gücer’in yanına götürdüğünde mide kanseri teşhisiyle ameliyat olurlar. Ancak doktorlar ameliyat sonrası babama açıkça altı aya kalmaz vefat eder demişler. Gerçektende amcam altı aya kalmaz amansız dayanılmaz ağrılar eşliğinde o iri heybetli görünümünden eser kalmaksızın bir deri kemik vaziyette vefat eder. Malum, o dönemlerde kanser ağrılarını dindirici ilaçlar daha henüz piyasaya çıkmadığından gerek bibim olsun, gerek ailenin diğer fertleri olsun amcamı son nefes anına kadar adeta bir bebeği beşikte sallarcasına sürekli yatakta rahatlatmaya ve uyutmaya çalışmışlardır. Çocukluk bu ya, hiç unutmam vefat ettiğinde etrafı çitle kaplı alanda teneşir üzerine boylu boyuna uzanmış cenazesi iki taş arasında yakılan kazandan alınan su ile yıkanmanın ardından kefenlenip tabuta koyuluşuna kadar her safhasını seyre daldığımda meğer bu son bakış vedalaşmaydı. Çocuk hali de olsa Hakka teslim olmak gerekti, sonuçta Allah’tan gelen bir yazıydı, “O'ndan geldik yine dönüş O'nadır”, bize ancak Ruhu şad olsun demek düşer.

Hani, Büyük Taarruzda Başkomutanlık karargâhına tek geçit yeri olan Kalecik ve Kurtkaya bölgelerinde düşmana ağır zayiatlar vermenin yanı sıra kaçmalarını sağlayıp ancak daha sonrası gelen takviye düşman birlikleriyle kıyasıya girişilen mücadelede şehit düşen Bayburtlu Ziveroğlu Yüzbaşı Şehit Agâh kahramanımız var ya; işte onun adının verildiği İlkokula başladığımda doğrusu içimi tir tir titreten bir başlayıştı. Çünkü sürekli içimden atamadığım acaba bu işi başarabilir miyim tereddüdü vardı. Olsun dünyanın sonu değil ya, her ne kadar okuma yazma bilmeyen bir ana babanın çocuğu olarak evde derslerime yardımcı olacak birileri olmasa da bir şekilde üstesinden gelmeliydim, ama ilkokulun ilk üç yılı çetin geçti diyebilirim, hatta az kalsın ikinci sınıfta öğretmenim beni sınıfta koyacakmış. Necla Aydın benim ilk üç yılımın öğretmeni olmanın ötesinde aynı zamanda komşu ablamızdı. Çok yıllar sonra Ankara’da karşılaştığımızda: 

- Selim, az kalsın seni sınıfta bırakacaktım, ama müfettiş bir soru sorduğunda sınıfta bir tek sen cevap vermiştin, bunun üzerine müfettiş sakın ola ki bu çocuğu sınıfta bırakmayasın. İşte müfettişin bu telkini üzere seni sınıfta bırakmaktan vazgeçtim, yoksa bir yılın ziyan olacaktı demişti.

İlkokulun dört ve beşinci sınıflarını ise Necla öğretmenimin eşi İhsan Aydın okutmuştu. Gerçekten her iki öğretmenimde hayatımın şekillenmesinde çok önemli katkı payı olmuştur. Hele İhsan öğretmenim benim vasat bir öğrenci olduğumun farkına varmış olsa gerek son sınıfta iken “Bayrağımızın Gölgesinde” adlı bir okul piyesinde bana Bekçi Ramazan rolü vermişti. İyi ki de vermiş, o güne kadar vasat, çekingen, kendine pek güveni olmayan, sınıf içinde konuştuğunda da peltek konuşan bir öğrenciydim, piyeste rol almakla birlikte kendime güven geldiği gibi git gide Türkçeyi doğru konuşur hale geldim de. O yıllarda piyes çalışmalarında Bayburtspor’un kuruluşunda çok büyük emeği olan Kenan Niyazi Abdullahoğlu’nun da bizim üzerimizde çok özel gayretleri oldu. Hatta bizlere sahnede çok iyi performans gösterirseniz her birinize şunu alacağım, bunu alacağım diyerekten teşvikleri oldu da. Gerçektende piyes provalarımızı tamamlayıp Bayburt Yıldız Sinemasında gösterime girdiğinde koltuk sıralarında bizleri izleyenlerin alkışları göğsümüzü kabartmaya yetmişti. Piyeste rolüm gereği şehit düştüğümde hemşire Kezban bacı rolünde ilkokul arkadaşım Melek Çikot’a: 

- Kezban bacı, Kezban bacı, ben ölürsem git anama söyle ardımdan ağlamasın, bu vatan için canımız feda olsun sözlerini sarf etmenin akabinde nefesimi teslim ettiğimde sinema salonunda alkış tufanının kopması unutamayacağım en büyük anım olmuştur.

Böylece bu alkışlar eşliğinde piyeste rol alan diğer şehit düşen arkadaşlarımızın da üzerine ay yıldızlı bayrak örtülmenin akabinde sahne perdesi kapanmasıyla birlikte piyes sona erer. Bu arada Kenan Niyazi Abdullahoğlu sözünü de yerini getirmiş oldu. İşte bu piyeste rol alıştır ki, gelecek açısından bana ufuk açmıştı. Zira ilkokul sonrası aşamada başarı moduna girdim de. Ki, o yıllar ortaokulu ve liseyi bitirmek öyle kolay sayılmazdı, üniversite okumak kadar zordu diyebilirim. Hatta liseyi bitiren kolay kolay işsiz açıkta kalmazdı. Madem öyle ortaokul ve lise anılarıma bir göz atabiliriz:

Ortaokulu okuduğum yıllar Türkiye genelinde sağ sol çatışmaların yaşadığı yıllardı. Öyle ki, öğretmenlerimizin bir kısmı TÖB-DER üyesi, diğer kısmı ise ÜLKÜ-BİR üyesiydiler. Hatta o dönemi yaşayanlar çok iyi bilirler, Ecevit dönemiydi ki, hızlandırılmış eğitimle iki ayda mezun edilip Türkiye sathına tayin edilen öğretmenler vasıtasıyla genç kuşakların beynini yıkamayı hedefleyip memleketin başına bela olmuşlardı. Bir gün hiç unutmam bu tip öğretmenlerden Fen Bilgisi hocası Darwinizm ve Evrimcilikle ilgili ödev vermişti. Tabii bizde o sıralar ders dışında fırsat buldukça Ülkü Ocaklarına takılırdık. İşte o takılmalar esnasında ülkücü kimya hocasına denk geldiğimde Fen Bilgisi hocanın bize böyle bir ödev verdiğini söylediğimde bana on sayfalık bir ödev hazırlayıp yardımcı olmuştu. Evet, böyle bir ödevi hocaya teslim edip tam not almıştık ama daha sonrasında hoca beni tahtaya çağırıp birde bu ödevi sözlü olarak arkadaşlarına anlat dediğinde tahtaya çıkıp anlattığımda hoca renkten renge girmişti, neredeyse küplere binmiş bir hale düşmüştü. Meğer hoca verdiği ödevin on sayfalık oluşuna tam not vermiş içeriğinden habersizmiş. Çünkü Darwin’i yerden yere vuran eleştirel bir ödevdi. Fakat sen misin beni küplere bindiren o güne kadar Fen dersi notları iyi olan bir öğrenciyken, sonraki sınavlarda düşük notlar alarak ikmale kalmama yetmişti. Besbelli ki Hoca benden intikam alırcasına kendince bana bedel ödetmiş oldu. Tabii bu benim çok zoruma gitmişti, Allah’tan ki tek dersten ikmale kalmışım, yoksa birkaç dersten ikmale kalmış olsaydım belki de sene kaybına uğramak an meselesiydi. Neyse buna da hele şükür deyip ortaokul serüvenimi bu şekilde gelgitlerle kapatmış oldum. 

Şimdi sırada lise yılları vardı. Doğrusu lise yılları da siyasi atmosfer içerisinde geçmişti. Allah'tan o yıllarda Türkiye genelinde çatışmalar olurken Bayburt’ta ise sadece fikri planda mücadele vardı. Dışarıdan Bayburt’a sürgün gelen ülküdaşlarımız bizim bu durumumuzu gördüklerinde “Bayburt kalesi, Bozkurt kalesi diyorsunuz ama komünistler Cumhuriyet caddesinde elini kolunu sallayarak çok rahatlıkla gezebiliyorlar” diyerek bizi kınadıkları olurdu. Çünkü onlar geldikleri şehirlerde komünistler onlara hayat hakkı tanımıyordu, bunu bize kıyas örneği olarak sunuyorlardı hep. Olsun yinede bizim Ülkü Ocakları başkanlarımızdan gerek Mustafa Özdemir, gerek Naci Memiş olsun fikri mücadeleden yana tavır olması gereken fikri mücadelemizden vazgeçmemiştik. Kaldı ki bizim kapı komşumuz Tuncay Onatça İstanbul’da komünistler tarafından şehit edildiğinde cenazesi Bayburt’a getirilip konvoy eşliğinde tekbirlerle defnedildiğinde bile Ülkü Ocakları olarak herhangi bir taşkınlığa meydan verilmemişti.  

Gerçekten o yıllar hareketli yıllardı, düşünsenize Bayburt gibi anarşiden uzak kalmış bir şehirde bile sol zihniyet kendi kalesi olmadığı halde boş durmuyordu. Şöyle ki, lise yıllarında sınıfta “Çırpınırdı Karadeniz, Bakıp Türk’ün Bayrağına” şarkısını söylediğimde disiplin kuruluna sevk edilip kınama cezası almıştım. Tabii onlar ceza vere dursun savunmamda bu şarkıyı söylemekten gurur duyduğumu dile getirmekten çekinmedim. Her ne kadar Bayburt ülkücülerin kalesi demiş olsak ta iktidarda CHP vardı, ellerinden geleni ardına koymuyorlardı. Nitekim Bayburt Lisesi Tabii Bilimler bölümünden mezun olup Ankara Etimesgut’ta Astsubay imtihanlarına girdiğimde, hiç unutmam subayın biri bana ‘Türkeşçi misin’ diye sorduğunda politik cevap vermiştim. Yani hayır demiştim ama subay bana “Bizi kandıramazsın bal gibi Türkeşçisin” deyip koşuda başarılı olmama rağmen imtihanı geçememiştim. İşte o an anladım ki, lisede aldığım o kınama cezası buralarda bana gol olarak dönüş yaptı. Maalesef o yıllar içerisinde vatan, millet, bayrak temaları içeren ister şiir, ister metin bir yazı, ister marş, ister Türkü olsun fark etmez her an suç teşkil edebiliyordu. Aslında o yıllarda bize vatan, millet, bayrak aşkını ve tarih şuurunu tam anlamıyla okullar vermese de, farkında olmadan Ülkü Ocakları bu aşkı ve bu bilinci bize vermiş bile. Öyle ki, o yıllarda Mustafa Erdemir, Naci Memiş, Cahit Altay, Faruk Nafız Beşiroğlu, Kemalettin Çubukçu, Erol Kılıç, Cengiz Ocakçı, Dursun Ali Daştan, Remzi Bayram, Asaf Murat Karapınar, Yavuz Selim Ağın gibi kendimizce beyin takım gördüğümüz ağabeyler sayesinde çok mesafe kat ettikte. Seminerlerimiz dolu dolu geçerdi hep, hatta seminer sonunda karşılıklı fikir alışverişleri olurdu. İşte böyle bir fikri alt yapıya sahip Ülkü Ocakları olmasaydı kim bilir geldiğimiz noktada hangi kimlikte dolaşıyor olacaktık. Bayburt’ta zaman zaman siyasi mitinglere olurdu, hiç unutmam Alparslan Türkeş Bayburt'ta saat kulesinin dibinde miting yaptığında hep bir ağızdan miting alanında ‘Başbuğ Türkeş’ sloganlarıyla yeri göğü inletip kendimizden geçerdik. Hakeza o gün Başbuğ'un sağ kolu olarak gördüğümüz Agah Oktay Güner'de kuvvetli hitabetiyle bizleri coştururdu. Yine hiç unutmam Agah Oktay Güner mitingde;

-Ey Hemşerilerim! Bir kabak kaç ayda yetişir diye soru yönelttiğinde,
Halk cevaben;
- 2 ay dediğinde
- Ey hemşehrilerim işte görüyorsunuz, bir kabak üç ayda yetişmezken Ecevit döneminde iki ayda öğretmen yetişebiliyor demek suretiyle okul hayatımızda TÖB-DER’li kabak öğretmenlerden çektiğimizi birde halkımıza duyurmuş oldu. 

Evet, doğup büyüdüğüm ev, mahalle arkadaşları, aile, ilkokul, ortaokul ve lise yılları derken memleket hasretim Bayburt anılarımı gönlüme yastık yapıp üniversite hayatına başlamamla birlikte bundan sonraki hayat serüvenim hep başka şehirlerde geçti. Her ne kadar başka diyarlarda olsak ta, şu iyi bilinsin ki, Bayburt doğup büyüdüğüm şehrin olmanın ötesinde bir sevda yüreğimdir.

Velhasıl, şuan yaşayan yaşamayan, Abit Köse, Cevat Köse, Nevzat Köse, Sebahattin Köse, Celal Köse, Bahattin Köse, Suat Köse, Muhsin Köse, Turgut Köse, Efrail (oloş), Galip Köse, Muharrem Köse, Ebuzer Köse, Temel Kiki, Murat Dodo, Servet Köse, Süleyman Artar, Erdal Kiki, Yaşar Kiki, Efdal Cücer, Selim Cücer, Celil Türk, Adnan Topallaz, Yılmaz Tosun, Adnan Şeref Yurt, Ömer Dodo, Ahmet Arslan, Tuncay Çikot, Ali Çikot, Naim Çikot, Bahattin Odabaşı, Lokman Odabaşı, Muhsin Develi, Mustafa Onatça, Savaş Kopuzlu, Sebahattin Deniz, Necdet İmaç, Şahin Aktaş, Menderes Koçer, Yusuf Cengiz, Haydar Çarpadan, Muharrem Çarpadan, Bekir Yakut, Kadir Türkmenli, İbrahim Türkmenli, Ali Daştan, Mustafa Daştan, Şeref Demiray gibi daha nice arkadaşlarımın adını anmak benim için büyük bir onur kaynağı olup hepsine buradan selam olsun.

Vesselam.