Cumhurbaşkanı adaylarından Muharrem İnce, “Milli Markalarımız” olmamasından yakınıyor ve iktidara gelirlerse bu yönlü olarak çalışacaklarını söylüyor açık hava toplantılarında.
Biz “Atatürk Ekonomi ve Milliyetçilik” adlı kitabımızda bu konuyu enine boyuna işlemişizdir. Kitabımızın o bölümünü sunmakta yarar var diye düşündüm. Buyurun okuyalım:
Marka… Eski deyimle “alamet-i farika”… Bir tanıtım ve kâr aracı olduğu kadar, bir ekonomik üstünlük, ileri uygarlık ve milliyetçilik aracı da. Markayla, firmanız ve ürününüz kadar, ulusunuz da tanınıyor uluslararası alanda. Dünya, markalarla da fethediliyor artık… Firmalar mücadelesi bu işin esası elbette, markanın uluslararası alandaki mücadelesini en başta firması yapacak, ne ki iş firma boyutunu çoktan aşmış, bunu da kimse yadsıyamaz. Marka bağlamında da bir milletler mücadelesi hüküm sürmekte. Bunu fark edip firmalarına destekler veren, yönlendiren, devlet ve milletler başarıyorlar. Buna da marka milliyetçiliği deniyor. Yani iyi bir şey…
İyi bir şey ama zor bir şey, milliyetçilik şart…
Bir marka vizyonu ve kimliği de var, bunu görmeden ve bilmeden adım atmak olmaz.
“Bu Topraklardan Bir Dünya Markası Çıkar Ama” adlı kitabında Eşref Yaman Yalçın şunları yazıyor bu bağlamda:
“Önce şu meşhur marka vizyonunu ve kimliğini bir benzetmeyle ele alalım.
Doğa kanunu bu, markalar doğar, büyür, ölürler. Tıpkı insanlar gibi. Kimi çok uzun yaşar, kimi genç yaşta kimi ise doğmadan ölür.
Her markanın bir adı vardır, tıpkı insanlar gibi… Bir de logosu, buna da parmak izi diyelim. Her insanın parmak izi birbirinden farklıdır değil mi? Logolar da öyledir, tıpkı insanlar gibi…
Her markanın büyüyünce olmak istediği bir şey vardır. Tıpkı insanlar gibi. Buna da marka vizyonu diyelim…
Evet, iyisi/kötüsü, uzunu/kısası, güçlüsü/zayıfı, uzmanı/uzman olmayanı, sofistike olanı/pahalısı, ucuzu/renklisi, cesuru/moderni, güvenilir olanı/başarılısı, sağlıklısı/dayanıklısı, akıllısı vesaire vesaire… Bu da markanın kişiliğini yansıtır, tıpkı insanlar gibi…
Markanın kardeşleri, ebeveynleri, yakın ve uzak akrabaları, arkadaşları hatta ortakları vardır. Kimisi ise yalnızdır, tıpkı insanlar gibi, bu da kimliğin bir parçasıdır. Bu kimliği düzenlemeye ‘marka stratejisi’ diyebiliriz.
Markalar farklı ortamlarda farklı kültürlerde büyürler. Tıpkı insanların farklı ülkelerde farklı kültürlerde büyüdükleri gibi… “
Her ne kadar ilgili Bakanlık, Türkiye’de tescilli 170 bin markanın hiçbirisi dünya markası değil dese de, dünyaca tanınmış markalarımız az da olsa var.
Beko var en başta, sloganı bile öyle: “Beko bir dünya markası”. Mavi Jeans var. “Bu Türkler de çok oluyor” dedirten. 50 ülkede satılan bir kot markası “Mavi”. Bu 50 ülkedeki pazarların %80’i onun.
Var daha bunlar gibi …
Marka’da mücadele, yalnızca bizim markaların yurtdışına açılması değildir. Uluslararası markalarla Türkiye’de mücadele etmek ve ulusal pazarı onlara kaptırmamak ve bu arada ihracat da yapmak vardır. Derby gibi… Hem milliyetçi söylemler kullanarak, hem de akıllı bir fiyat politikası izleyerek. “’Derby kullan ey millet’ söylemi milli duygulara hitapla, İngilizce marka adı ve ‘Samurai’ alt markası ile ucuz fiyat politikası ve yaptığı ihracatla Türkiye’nin gururudur; yıllar önce yaratılan sev ya da nefret et nevinden ‘Ali Desidero’ karakteri ve üzerinden yürütülen istikrarlı bir ‘milliyetçi ve fiyat’ iletişimi vardır.
‘Yüzde yüz Türk sermayesi ile çalışanı ile Türkiye’de üretilen tek tıraş bıçağı’
‘Yüksek kaliteyi ucuz satıyoruz’
‘Sapına kadar Derby’
Peki Derby ne yapmamış? Gilette gibi dev bir markayla kafa kafaya rekabete ve benzer bir konumlandırmayla pazara girmemiş; rekabet edebilmek için bir tercih yapmış. Ve istikrarlı bir iletişim yürütüyor. Her ne kadar milliyetçi ögeler abartılıysa da bu onların seçtiği hedef kitle”(1)
Ve “Dünyanın bir numaralı anasonlu içkisi” sloganıyla Avrupa’ya çıkarma yapan “Yeni Rakı”nın başarısı… Onu da Eşref Yaman Yalçın’ın kaleminden okuyalım:
“Kim kimin kopyasıdır bilmem ancak Avrupa marketlerinde yıllardır var olan Uzo bir tarafa, Avrupa marketlerinde geçen yıldan itibaren hızla boy gösteren Türk milli rakısı ‘Yeni Rakı’ diğer tarafa…
Maalesef satış rakamları veya herhangi bir istatistik yok elimde. Ancak bir gerçek var ki Yeni Rakı hızlı ve müthiş bir atakla pazara girdi.
Öyle demeyin, kim içer Türklerden başka rakıyı, falan filan…
Avrupa’da neredeyse Yunanistan’ın toplam nüfusu kadar Türk var. Yeni rakı markasını da herhalde her Türk evladı bilir, çoğunun içmişliği vardır.
Yani iyi büyümek için bulunmaz bir pazar. Geç kalınmıştır, ayrı mesele…”
Yeni Rakı’da başarmışız ya, Gazi Peynirleri işinde nal toplamışız. Elin İspanyolu, Almanya’daki Türklere “Gazi” Markası ila peynir yapıp satıyor yıllardır.
Hereke Halısını Çin’e kaptırdığımız gibi:
“30-40 yıl öncesini hatırlıyorum da, Hereke ekonomisi tamamen halıcılığa bağlı idi.
İstanbul’dan her gün 5-6 tur otobüsü alışveriş için turist getirirdi.
Her hafta cumartesi günleri, sebze pazarı gibi ‘halı pazarı’ kurulur, Türkiye’nin her tarafından tüccarlar ve ihtiyaç sahipleri halı almak için gelirlerdi.
1969 yılında Nuh Çimento Fabrikası üretime başladı. Nuh’u diğer fabrikalar izledi.
1990’lı yıllarda ise, Hereke’de Kocaeli Üniversitesi’ne bağlı 5 bin öğrencinin okuduğu Meslek Yüksek Okulu açıldı.
Böylece bölge halkının sosyoekonomik yapısı değişti. Halıcılık geçim kaynağı olmaktan çıktı. Tabii bu durumdan Çin’i de sorumlu tutmak lazım. Daha doğrusu Çin’e dokuttukları halıları tüm dünyaya ‘Hereke Halısı’ diye satan Türk halı tüccarlarını…
Çin’e Hereke halısını dokumayı öğrettik, sonra baktık ki, Çinliler bir ilçelerinin adını ‘Hereke’ diye değiştirmişler, bütün dünyaya ‘Hereke halısı bizim’ diyorlar.
Sonuçta, tüm Kocaeli’de Hereke halısı dokuyan 65-70 bin tezgâh varken, bugün tezgâh sayısı 5 bin civarında.”(2)
Yıllar önce yiğit Antepliler ilginç bir marka mücadelesi vermişler, Herekeliler (Kocaelililer) de keşke böyle bir mücadele verebilmiş olsalardı. O mücadeleyi de bir anlatalım:
Osmanlı’nın son dönemlerinde Amerikalılar gelip Antep’te bir hastane açarlar, hastanenin içine bir de atölye kurarlar. Bu atölyede “Antep işi” işlettirip, ABD’ye ihraca başlarlar.
Antep’in işbilir halkı, bu duruma seyirci kalınmaması gerektiğinin bilincindedirler. Serbest rekabet koşullar içinde bu işe bir dur demek gerek, yoksa “Antep işi”nin kaymağını Amerikalı yiyecek.
Toplanırlar, aksakal biri der ki. “Nedek de, buranın adını kötüye çıharah?”
Yanıt bir başka esnaf kocasından gelir: “Hastahana işi deyek”
Demişler, demekle kalmamışlar bunu bilinçli bir biçimde yaymışlar, ABD’ye bile uçurmuşlar bu haberi
Sonunda ABD’de bu işlerin gerçek “Antep işi” olmadığı inancı yayılmış.
İşte o zaman, Antepliler kendi esas “Antep işlerini” pazarlamaya koyulmuşlar.
“Hastahana işi” de üretime son vermiş…
Yeniden olumlu örneklere dönelim. Bakın ne işler başarmış İşadamlarımız:
Godiva 80 yıllık bir çikolata markası. Kilosu 140 dolardan çikolata satabiliyor. Yıllık cirosu 500 milyon dolar civarında. 5 kıtada, 80 ülkede, 450 butik mağaza, duty free’ler ve online satış kanlarlı ile müşterileri ile buluşuyor. Ülker bu markanın üçüncü sahibi oluyor. Olmakla kalmıyor işi daha da ileriye götürüyor, Türk damgası da vuruyor. The Times Gazetesi “Godiva Türk lokumuna dönüşüyor” diye başlık atıyor.
Başka örnekler de var:
Beko Grunding’i, Arçelik Blomberg’i, Efes Rusya’nın Krasny Bira’sını satın alıyor. Adları başka olsa da kaymağını bizim yememiz çok önemli. Bu da mücadelenin bir başka cephesi…
Bu mücadele hep sürecek…
Marka mücadelesi konusunda, 26 Şubat 2013 tarihli Dünya Gazetesinde Yener Karadeniz ve Taylan Büyükşahin imzalarıyla yayımlanmış “Yurtdışında marka savaşı şekercilerin tadını kaçırdı” başlıklı habere bakmak, yeterli bilgi ve fikir verir diye düşünmekteyiz.
“Bir zamanlar tekstil sektörünün karşılaştığı marka savaşı bu kez gıdacıları vurdu. 200'ün üzerinde ülkeye ihracat yaparak uluslararası markaların pazarlarını ele geçirmeye başlayan Türk şekercileri global rakiplerinin 'tescil' kıskacında. Global rakipler 'ürünümüzün taklidi' diyerek dava açıyor, birçok markayı pazarlarına bu yöntemle sokmamaya çalışıyor. Dubai'de 18. kez gerçekleştirilen gıda, gıda teknolojileri ve paketleme fuarı Gulfood'un açılışında konuya ilişkin açıklamalarda bulunan İstanbul Hububat, Bakliyat, Yağlı Tohumlar ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Zekeriya Mete, Türkiye'den ve Avrupa'dan patent almalarına rağmen Türkiye'deki mahkemelerin kendilerini korumadığını kaydetti. Mete, bu durumun sektöre milyonlarca dolar zarar verdiğini vurguladı. Mete, ‘Patent almışız, tanıtım yapmışız, ihracata başlamışız. Hemen bir yabancı marka üretimin durdurulması için Türk mahkemelerine başvuru yapıyor. Mahkeme patent belgemizi dikkate alıp başvuruyu reddedeceğine, aksi yönde üretimin iptali kararı alıyor. Bu durum ihracatçılara çok büyük zararlar veriyor’ dedi.
Konuyla ilgili ihracatçı birlikleri olarak dosya hazırlıkları olduğunu bildiren Mete, ‘Bu dosyayı gerekli mercilere ve Adalet Bakanlığı'na sunacağız. Yurtdışında dahi tescilini almış olduğumuz markalarla ilgili kendi ülke mahkemelerimizin iptal kararı vermesini istemiyoruz. 2023 vizyonuna ulaşma yolunda Türk firmalarının bu tip mağduriyetlere maruz kalmasına sessiz kalınmamalı’ dedi.
Patent davaları nedeniyle büyük sıkıntılar yaşadıklarını ifade eden Elvan Gıda Yönetim Kurulu Başkanı Hidayet Kadiroğlu da Türk mahkemelerinin kendilerini korumadığı görüşünü dile getirdi. Kadiroğlu şunları söyledi: ‘Almanya ve Fransa'da dava açıyorlar ve kazanıyorlar. Daha sonra Türkiye'ye gelip tanıma davası açıyorlar ve bizi tazminata mahkûm ettiriyorlar. Aynı şeyi biz yapsak, Alman veya Fransız mahkemesi asla bizim lehimize karar vermez. Avrupalı markalar özellikle son 4-5 yıldır yıldırma politikası izliyorlar. Biz artık Fransa'daki fuarlara gitmeme kararı aldık. Fransa'ya gidiyorsunuz, standınızı açıyorsunuz ve bir avukat geliyor. Diyor ki 'rengi veya dizaynı benziyor', kolluk kuvvetiyle ürünü toplatıyor, ardından dava açıyor. Türkiye'den, yurtdışından tüm patent belgelerimizi alıyoruz ama 100 yıl önceki patent belgesiyle karşımıza çıkıp iptal ediyorlar. Bizim 4 ürünümüze patent davası açıldı. İki davayı kaybettik ve 200 bin euro kaybımız oldu."
Bunlar aşılır, yeter ki mücadele sürdürülsün ve yeter ki ne yaptığımız bilelim. O meşhur hikâye bu işin püf noktası adeta. Hani adam ürettiği ayakkabıları için pazar araştırması yapmak üzere Afrika’ya gitmiş, bakmış hiç kimsenin ayağında ayakkabı yok. “Kimse ayakkabı giymiyor ve bilmiyor, burada ayakkabı satılamaz” demiş. Oysa bir başka satıcı farklı bakıyormuş olaya: “Afrika’da kimse ayakkabı giymiyor ve bilmiyor, ayakkabı satmak için müthiş bir fırsat…”
1) Eşref Yaman Yalçın-Bu Topraklardan Bir Dünya Markası Çıkar Ama
2) M.Tanzer Ünal-Gül Kokulu Tezek
Biz “Atatürk Ekonomi ve Milliyetçilik” adlı kitabımızda bu konuyu enine boyuna işlemişizdir. Kitabımızın o bölümünü sunmakta yarar var diye düşündüm. Buyurun okuyalım:
Marka… Eski deyimle “alamet-i farika”… Bir tanıtım ve kâr aracı olduğu kadar, bir ekonomik üstünlük, ileri uygarlık ve milliyetçilik aracı da. Markayla, firmanız ve ürününüz kadar, ulusunuz da tanınıyor uluslararası alanda. Dünya, markalarla da fethediliyor artık… Firmalar mücadelesi bu işin esası elbette, markanın uluslararası alandaki mücadelesini en başta firması yapacak, ne ki iş firma boyutunu çoktan aşmış, bunu da kimse yadsıyamaz. Marka bağlamında da bir milletler mücadelesi hüküm sürmekte. Bunu fark edip firmalarına destekler veren, yönlendiren, devlet ve milletler başarıyorlar. Buna da marka milliyetçiliği deniyor. Yani iyi bir şey…
İyi bir şey ama zor bir şey, milliyetçilik şart…
Bir marka vizyonu ve kimliği de var, bunu görmeden ve bilmeden adım atmak olmaz.
“Bu Topraklardan Bir Dünya Markası Çıkar Ama” adlı kitabında Eşref Yaman Yalçın şunları yazıyor bu bağlamda:
“Önce şu meşhur marka vizyonunu ve kimliğini bir benzetmeyle ele alalım.
Doğa kanunu bu, markalar doğar, büyür, ölürler. Tıpkı insanlar gibi. Kimi çok uzun yaşar, kimi genç yaşta kimi ise doğmadan ölür.
Her markanın bir adı vardır, tıpkı insanlar gibi… Bir de logosu, buna da parmak izi diyelim. Her insanın parmak izi birbirinden farklıdır değil mi? Logolar da öyledir, tıpkı insanlar gibi…
Her markanın büyüyünce olmak istediği bir şey vardır. Tıpkı insanlar gibi. Buna da marka vizyonu diyelim…
Evet, iyisi/kötüsü, uzunu/kısası, güçlüsü/zayıfı, uzmanı/uzman olmayanı, sofistike olanı/pahalısı, ucuzu/renklisi, cesuru/moderni, güvenilir olanı/başarılısı, sağlıklısı/dayanıklısı, akıllısı vesaire vesaire… Bu da markanın kişiliğini yansıtır, tıpkı insanlar gibi…
Markanın kardeşleri, ebeveynleri, yakın ve uzak akrabaları, arkadaşları hatta ortakları vardır. Kimisi ise yalnızdır, tıpkı insanlar gibi, bu da kimliğin bir parçasıdır. Bu kimliği düzenlemeye ‘marka stratejisi’ diyebiliriz.
Markalar farklı ortamlarda farklı kültürlerde büyürler. Tıpkı insanların farklı ülkelerde farklı kültürlerde büyüdükleri gibi… “
Her ne kadar ilgili Bakanlık, Türkiye’de tescilli 170 bin markanın hiçbirisi dünya markası değil dese de, dünyaca tanınmış markalarımız az da olsa var.
Beko var en başta, sloganı bile öyle: “Beko bir dünya markası”. Mavi Jeans var. “Bu Türkler de çok oluyor” dedirten. 50 ülkede satılan bir kot markası “Mavi”. Bu 50 ülkedeki pazarların %80’i onun.
Var daha bunlar gibi …
Marka’da mücadele, yalnızca bizim markaların yurtdışına açılması değildir. Uluslararası markalarla Türkiye’de mücadele etmek ve ulusal pazarı onlara kaptırmamak ve bu arada ihracat da yapmak vardır. Derby gibi… Hem milliyetçi söylemler kullanarak, hem de akıllı bir fiyat politikası izleyerek. “’Derby kullan ey millet’ söylemi milli duygulara hitapla, İngilizce marka adı ve ‘Samurai’ alt markası ile ucuz fiyat politikası ve yaptığı ihracatla Türkiye’nin gururudur; yıllar önce yaratılan sev ya da nefret et nevinden ‘Ali Desidero’ karakteri ve üzerinden yürütülen istikrarlı bir ‘milliyetçi ve fiyat’ iletişimi vardır.
‘Yüzde yüz Türk sermayesi ile çalışanı ile Türkiye’de üretilen tek tıraş bıçağı’
‘Yüksek kaliteyi ucuz satıyoruz’
‘Sapına kadar Derby’
Peki Derby ne yapmamış? Gilette gibi dev bir markayla kafa kafaya rekabete ve benzer bir konumlandırmayla pazara girmemiş; rekabet edebilmek için bir tercih yapmış. Ve istikrarlı bir iletişim yürütüyor. Her ne kadar milliyetçi ögeler abartılıysa da bu onların seçtiği hedef kitle”(1)
Ve “Dünyanın bir numaralı anasonlu içkisi” sloganıyla Avrupa’ya çıkarma yapan “Yeni Rakı”nın başarısı… Onu da Eşref Yaman Yalçın’ın kaleminden okuyalım:
“Kim kimin kopyasıdır bilmem ancak Avrupa marketlerinde yıllardır var olan Uzo bir tarafa, Avrupa marketlerinde geçen yıldan itibaren hızla boy gösteren Türk milli rakısı ‘Yeni Rakı’ diğer tarafa…
Maalesef satış rakamları veya herhangi bir istatistik yok elimde. Ancak bir gerçek var ki Yeni Rakı hızlı ve müthiş bir atakla pazara girdi.
Öyle demeyin, kim içer Türklerden başka rakıyı, falan filan…
Avrupa’da neredeyse Yunanistan’ın toplam nüfusu kadar Türk var. Yeni rakı markasını da herhalde her Türk evladı bilir, çoğunun içmişliği vardır.
Yani iyi büyümek için bulunmaz bir pazar. Geç kalınmıştır, ayrı mesele…”
Yeni Rakı’da başarmışız ya, Gazi Peynirleri işinde nal toplamışız. Elin İspanyolu, Almanya’daki Türklere “Gazi” Markası ila peynir yapıp satıyor yıllardır.
Hereke Halısını Çin’e kaptırdığımız gibi:
“30-40 yıl öncesini hatırlıyorum da, Hereke ekonomisi tamamen halıcılığa bağlı idi.
İstanbul’dan her gün 5-6 tur otobüsü alışveriş için turist getirirdi.
Her hafta cumartesi günleri, sebze pazarı gibi ‘halı pazarı’ kurulur, Türkiye’nin her tarafından tüccarlar ve ihtiyaç sahipleri halı almak için gelirlerdi.
1969 yılında Nuh Çimento Fabrikası üretime başladı. Nuh’u diğer fabrikalar izledi.
1990’lı yıllarda ise, Hereke’de Kocaeli Üniversitesi’ne bağlı 5 bin öğrencinin okuduğu Meslek Yüksek Okulu açıldı.
Böylece bölge halkının sosyoekonomik yapısı değişti. Halıcılık geçim kaynağı olmaktan çıktı. Tabii bu durumdan Çin’i de sorumlu tutmak lazım. Daha doğrusu Çin’e dokuttukları halıları tüm dünyaya ‘Hereke Halısı’ diye satan Türk halı tüccarlarını…
Çin’e Hereke halısını dokumayı öğrettik, sonra baktık ki, Çinliler bir ilçelerinin adını ‘Hereke’ diye değiştirmişler, bütün dünyaya ‘Hereke halısı bizim’ diyorlar.
Sonuçta, tüm Kocaeli’de Hereke halısı dokuyan 65-70 bin tezgâh varken, bugün tezgâh sayısı 5 bin civarında.”(2)
Yıllar önce yiğit Antepliler ilginç bir marka mücadelesi vermişler, Herekeliler (Kocaelililer) de keşke böyle bir mücadele verebilmiş olsalardı. O mücadeleyi de bir anlatalım:
Osmanlı’nın son dönemlerinde Amerikalılar gelip Antep’te bir hastane açarlar, hastanenin içine bir de atölye kurarlar. Bu atölyede “Antep işi” işlettirip, ABD’ye ihraca başlarlar.
Antep’in işbilir halkı, bu duruma seyirci kalınmaması gerektiğinin bilincindedirler. Serbest rekabet koşullar içinde bu işe bir dur demek gerek, yoksa “Antep işi”nin kaymağını Amerikalı yiyecek.
Toplanırlar, aksakal biri der ki. “Nedek de, buranın adını kötüye çıharah?”
Yanıt bir başka esnaf kocasından gelir: “Hastahana işi deyek”
Demişler, demekle kalmamışlar bunu bilinçli bir biçimde yaymışlar, ABD’ye bile uçurmuşlar bu haberi
Sonunda ABD’de bu işlerin gerçek “Antep işi” olmadığı inancı yayılmış.
İşte o zaman, Antepliler kendi esas “Antep işlerini” pazarlamaya koyulmuşlar.
“Hastahana işi” de üretime son vermiş…
Yeniden olumlu örneklere dönelim. Bakın ne işler başarmış İşadamlarımız:
Godiva 80 yıllık bir çikolata markası. Kilosu 140 dolardan çikolata satabiliyor. Yıllık cirosu 500 milyon dolar civarında. 5 kıtada, 80 ülkede, 450 butik mağaza, duty free’ler ve online satış kanlarlı ile müşterileri ile buluşuyor. Ülker bu markanın üçüncü sahibi oluyor. Olmakla kalmıyor işi daha da ileriye götürüyor, Türk damgası da vuruyor. The Times Gazetesi “Godiva Türk lokumuna dönüşüyor” diye başlık atıyor.
Başka örnekler de var:
Beko Grunding’i, Arçelik Blomberg’i, Efes Rusya’nın Krasny Bira’sını satın alıyor. Adları başka olsa da kaymağını bizim yememiz çok önemli. Bu da mücadelenin bir başka cephesi…
Bu mücadele hep sürecek…
Marka mücadelesi konusunda, 26 Şubat 2013 tarihli Dünya Gazetesinde Yener Karadeniz ve Taylan Büyükşahin imzalarıyla yayımlanmış “Yurtdışında marka savaşı şekercilerin tadını kaçırdı” başlıklı habere bakmak, yeterli bilgi ve fikir verir diye düşünmekteyiz.
“Bir zamanlar tekstil sektörünün karşılaştığı marka savaşı bu kez gıdacıları vurdu. 200'ün üzerinde ülkeye ihracat yaparak uluslararası markaların pazarlarını ele geçirmeye başlayan Türk şekercileri global rakiplerinin 'tescil' kıskacında. Global rakipler 'ürünümüzün taklidi' diyerek dava açıyor, birçok markayı pazarlarına bu yöntemle sokmamaya çalışıyor. Dubai'de 18. kez gerçekleştirilen gıda, gıda teknolojileri ve paketleme fuarı Gulfood'un açılışında konuya ilişkin açıklamalarda bulunan İstanbul Hububat, Bakliyat, Yağlı Tohumlar ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Zekeriya Mete, Türkiye'den ve Avrupa'dan patent almalarına rağmen Türkiye'deki mahkemelerin kendilerini korumadığını kaydetti. Mete, bu durumun sektöre milyonlarca dolar zarar verdiğini vurguladı. Mete, ‘Patent almışız, tanıtım yapmışız, ihracata başlamışız. Hemen bir yabancı marka üretimin durdurulması için Türk mahkemelerine başvuru yapıyor. Mahkeme patent belgemizi dikkate alıp başvuruyu reddedeceğine, aksi yönde üretimin iptali kararı alıyor. Bu durum ihracatçılara çok büyük zararlar veriyor’ dedi.
Konuyla ilgili ihracatçı birlikleri olarak dosya hazırlıkları olduğunu bildiren Mete, ‘Bu dosyayı gerekli mercilere ve Adalet Bakanlığı'na sunacağız. Yurtdışında dahi tescilini almış olduğumuz markalarla ilgili kendi ülke mahkemelerimizin iptal kararı vermesini istemiyoruz. 2023 vizyonuna ulaşma yolunda Türk firmalarının bu tip mağduriyetlere maruz kalmasına sessiz kalınmamalı’ dedi.
Patent davaları nedeniyle büyük sıkıntılar yaşadıklarını ifade eden Elvan Gıda Yönetim Kurulu Başkanı Hidayet Kadiroğlu da Türk mahkemelerinin kendilerini korumadığı görüşünü dile getirdi. Kadiroğlu şunları söyledi: ‘Almanya ve Fransa'da dava açıyorlar ve kazanıyorlar. Daha sonra Türkiye'ye gelip tanıma davası açıyorlar ve bizi tazminata mahkûm ettiriyorlar. Aynı şeyi biz yapsak, Alman veya Fransız mahkemesi asla bizim lehimize karar vermez. Avrupalı markalar özellikle son 4-5 yıldır yıldırma politikası izliyorlar. Biz artık Fransa'daki fuarlara gitmeme kararı aldık. Fransa'ya gidiyorsunuz, standınızı açıyorsunuz ve bir avukat geliyor. Diyor ki 'rengi veya dizaynı benziyor', kolluk kuvvetiyle ürünü toplatıyor, ardından dava açıyor. Türkiye'den, yurtdışından tüm patent belgelerimizi alıyoruz ama 100 yıl önceki patent belgesiyle karşımıza çıkıp iptal ediyorlar. Bizim 4 ürünümüze patent davası açıldı. İki davayı kaybettik ve 200 bin euro kaybımız oldu."
Bunlar aşılır, yeter ki mücadele sürdürülsün ve yeter ki ne yaptığımız bilelim. O meşhur hikâye bu işin püf noktası adeta. Hani adam ürettiği ayakkabıları için pazar araştırması yapmak üzere Afrika’ya gitmiş, bakmış hiç kimsenin ayağında ayakkabı yok. “Kimse ayakkabı giymiyor ve bilmiyor, burada ayakkabı satılamaz” demiş. Oysa bir başka satıcı farklı bakıyormuş olaya: “Afrika’da kimse ayakkabı giymiyor ve bilmiyor, ayakkabı satmak için müthiş bir fırsat…”
1) Eşref Yaman Yalçın-Bu Topraklardan Bir Dünya Markası Çıkar Ama
2) M.Tanzer Ünal-Gül Kokulu Tezek